Kısmı Zaferlerden Kökten Kurtuluş

"Almanya için bir ütopyacı düş olan şey, radikal devrim, insanın genel kurtuluşu değil, kısmi, sırf siyasal bir devrim, yapının temellerini ayakta bırakan bir devrimdir. (...) kısmi bir kurtuluş (...) sivil toplumun bir kesiminin kendisini kurtararak genel egemenliğe ulaşmasıdır. (...) Ama Almanya'da hiçbir sınıf, onu toplumun yıkıcı temsilcisi yapacak cüret, kararlılık ve acımasızlığa sahip değildir... Almanya sonuna kadar giden bir devrim yapmadıkça, devrim yapmış olamaz. Almanya'da Ortaçağ'dan kurtuluş Ortaçağ üzerindeki kısmi zaferlerden de kurtuluşla mümkündür."

"Bu sosyalizm, genel olarak sınıf farklılıklarının; bu sınıf farklılıklarının dayandıkları bütün üretim ilişkilerinin; bu üretim ilişkilerine tekabül eden bütün toplumsal münasebetlerin ortadan kaldırılmasına; bu toplumsal münasebetlerden çıkan bütün düşüncelerin alaşağı edilmesine varana kadar devrimin sürekliliğinin ilanıdır ve, zorunlu bir geçiş uğrağı olarak proletaryanın sınıf diktatörlüğüdür.''

"Bizim için mesele, özel mülkiyetin şekil değiştirmesi değil, yokedilmesi; sınıf uzlaşmazlıklarının yumuşatılması değil, sınıfların ortadan kaldırılması; varolan toplumun iyileştirilmesi değil, yeni bir toplumun kurulması olabilir ancak".

Acımasız bir eleştiri, tümüyle serbest düşünme, gerçeğe mutlak sadakat ve bilimle...

Sevgiyle kalın...

29 Şubat 2012 Çarşamba

NöroMarksizm: Tek ülkede oligarşi mümkün mü?- Kısım 3

http://noromarksizm.blogspot.com/2012/02/tek-ulkede-feodalizm-mumkun-mu-ksm-2.html

NöroMarksizm: Tek ülkede feodalizm mümkün mü?- Kısım 2

NöroMarksizm: Tek ülkede feodalizm mümkün mü?- Kısım 1

Tek ülkede feodalizm mümkün mü?- Kısım 2

Hiçbir devrim, ona katılanların kafasındaki imgeyle tam olarak örtüşmedi, örtüşemez de. Yine de mücadeleye girişenlerin fikir ve hedefleri, devrimin çok temel bir unsurunu oluşturur. Bu bilhassa Ekim devrimi için doğrudur, zira tüm tarih boyunca, devrimcilerin zihnindeki devrim kavrayışı asla 1917’deki kadar gerçeklerin özüne yaklaşmamıştı.

Ekim devrimi üzerine yapılan bir çalışma, olabildiğince büyük bir tarihsel titizlikle şu soruyu cevaplamadıkça eksik kalacaktır: parti olayların ateşi içinde devrimin gelişimini kafasında nasıl resmediyordu ve ondan ne bekliyordu? Yeni çıkarlar uğruna geçmiş günler karartıldıkça, bu soru daha da önem kazanmaktadır. İzlenen politikalar her zaman geçmişten destek ararlar ve bu kendilerine gönüllü olarak sunulmazsa zorla almaya girişmekten genellikle imtina etmezler. Sovyetler Birliği’nin şu andaki resmi politikası, Bolşevik partinin sözde geleneksel görüşü diye sunulan “tek ülkede sosyalizm” teorisine dayanmaktadır. Sadece Komünist Enternasyonalin değil, tüm diğer partilerin genç kuşakları da, sovyet iktidarının Rusya’da bağımsız sosyalist bir toplum yaratmak adına kazanıldığı inancıyla yetiştirilmekte. Tarihsel gerçeğin bu efsaneyle hiçbir ilgisi yoktur. 1917’ye dek parti, proleter devrimin Batıda başarılmadan Rusya’da başarılabileceği fikrini bile benimsememişti. İlk olarak Nisan konferansında, tamamen o gün açığa çıkmış olan koşulların baskısıyla, parti iktidarı ele geçirme görevini kabul etti. Bolşevizmin tarihinde yeni bir sayfa açmakla beraber, bu kabullenmenin bağımsız bir sosyalist toplum perspektifiyle hiçbir ortak yanı yoktur. Tam tersine, Bolşevikler, Menşeviklerce kendilerine atfedilen geri bir ülkede “köylü sosyalizmi” yaratma fikrini kötü bir karikatür olarak nitelendirip, kesin bir biçimde reddetmişlerdir. Bolşevikler için, Rusya’daki proletarya diktatörlüğü Batıdaki devrime giden bir köprüydü. Toplumun sosyalist dönüşümü, özü gereği enternasyonal bir sorun addediliyordu.

Bu temel soruna ilişkin bir değişim ancak 1924’te meydana geldi. İlk olarak o zaman, eğer emperyalistler Sovyet iktidarını askeri müdahale ile devirmezse, insanlığın geri kalanının evriminden bağımsız olarak, Sovyetler Birliği sınırları içinde sosyalizmin inşasının tümüyle gerçekleşebilir olduğu ilân edildi. Bu yeni teori, hemen geçmişe dönük bir kanıtla desteklendi. Eğer 1917’de –diye ilân etti epigonlar– parti Rusya’da bağımsız bir sosyalist toplum yaratılabileceğine inanmasaydı, iktidarı ele geçirmeye hakkı olmazdı. Komünist Enternasyonal 1926’da tek ülkede sosyalizm teorisinin kabul edilmemesini mahkum etti ve bunu geriye doğru 1905’e kadar uzattı.

O zamandan beri, şu üç düşünce Bolşevizme düşman ilân edildi: 1) kapitalist bir çevrede Sovyetler Birliği’nin sınırsız bir süre boyunca ayakta kalma ihtimalini reddetmek (askeri müdahale sorunu); 2) kendi gücüyle ve kendi ulusal sınırları içinde kentle kır arasıdaki çelişkiyi aşma ihtimalini reddetmek (ekonomik gerilik ve tarım sorunu); 3) içe kapalı sosyalist bir toplum yaratma ihtimalini reddetmek (uluslararası işbölümü sorunu). Yeni ekole göre, Sovyetler Birliği’nin dokunulmazlığını, “burjuvazinin tarafsızlaştırılması” sayesinde diğer ülkelerde devrim olmadan da savunmak mümkündür. Sosyalist inşa alanında köylülüğün işbirliği kesin görülmelidir. Dünya ekonomisine bağımlılık, Ekim devrimiyle ve sovyetlerin ekonomik başarılarıyla tasfiye edilmiştir. Bu üç önermeyi kabul etmemekte direnmek, Bolşevizmle taban tabana zıt bir doktrin olan “Troçkizm”dir.

Burada tarihçinin görevi, bir tür ideolojik restorasyon işi haline gelir. Devrimci partinin gerçek görüş ve hedeflerini, sonraki politik yığıntıların altından kazıp çıkarmalıdır. Birbirini izleyen dönemlerin kısalığına rağmen, bu görev, daha ziyade pek çok kez silinip üzerine tekrar yazı yazılan eski bir parşömenin şifresini çözmeye benziyor. Zira epigon ekolün uydurmaları, yedi ve sekizinci yüzyıl keşişlerinin klasiklerin parşömen ve papirüslerini tahrip etmelerine yol açan teolojik marifetlerden her daim daha üstün değildir.

Genel olarak, bu kitap boyunca metni sayısız alıntıya boğmaktan kaçındık. Ama görevinin özü gereği bu deneme, okura gerçek metinleri sunmak zorundadır ve bunu yaparken de ölçüyü, suni bir seçim fikrini bertaraf edecek kadar geniş tutmalıdır. Bolşevizmin kendi ağzından konuşmasına izin vermeliyiz. Stalin bürokrasisi rejiminde, bu imkândan yoksun kalınmıştır.

Bolşevik parti daha doğduğu günden itibaren devrimci sosyalizmin partisiydi. Ama acil tarihsel görevini, zorunlu olarak çarlığın yıkılmasında ve demokratik bir yapının hayata geçirilmesinde gördü. Devrimin asıl özü, tarım sorununa demokratik bir çözüm bulmaktı. Sosyalist devrim, yeterince uzak ya da en azından belirsiz bir geleceğe itilmişti. Bu devrimin pratik olarak gündeme gelebilmesinin ancak proletaryanın Batıdaki zaferinin ardından mümkün olduğu, tartışılmaz bir gerçek olarak görülüyordu. Rus Marksizminin, Narodnizm ve anarşizmle mücadele ederken ileri sürdüğü bu önerme, partinin en katı dayanak noktalarından biriydi. Buradan bazı varsayımsal çıkarımlar yapılıyordu: Eğer demokratik devrim Rusya’da güçlü bir kapsama ulaşırsa, Batıdaki sosyalist devrime doğrudan bir ivme verebilir ve bu da, daha sonra Rus proletaryasının iktidarı daha çabuk ele geçirmesini sağlayabilir. Bu daha uygun versiyonda bile, genel tarihsel perspektif değişmeden kalıyordu. Sadece gelişmenin gidişatı hızlandırılmış ve tarihler öne alınmıştı.

Lenin’in 1905 Eylülünde yazdıkları da bu ruhu taşıyordu: “Demokratik devrimi derhal geride bırakmaya başlayacağız ve tam olarak gücümüz –bilinçli ve örgütlü proletaryanın gücü– oranında sosyalist devrime geçmeye başlayacağız. Biz sürekli devrimi savunuyoruz. Yarı yolda durmayacağız.” İlginç bir şekilde, bu alıntı Stalin tarafından, 1917’deki olayların gerçek akışıyla partinin eski teşhislerini özdeşleştirmek için kullanılmıştır. Tek açıklanmayan nokta, parti kadrolarının Lenin’in “Nisan Tezleri”ne neden hazırlıksız yakalandığıdır.

Gerçekte proletaryanın iktidar mücadelesi, –eski kavrayışa göre– ancak tarım sorunu bir burjuva-demokratik devrim çerçevesinde çözüldükten sonra gelişecekti. Sorun, toprak açlığı giderilen köylülüğün yeni bir devrimi destekleme dürtüsünün kalmayacağıydı. Ve ülkede bariz biçimde azınlıkta kalan Rus işçi sınıfı kendi gücüyle iktidarı ele geçirmeyi başaramayacağından, Lenin haklı olarak Batıda proletarya zafere ulaşmadan Rusya’da proletarya diktatörlüğünden bahsetmeyi mümkün görmüyordu.

“Bugünkü devrimin tam zaferi” diye yazıyordu Lenin 1905’te, “demokratik altüst oluşun sonu ve sosyalist devrim için kararlı bir mücadelenin başlangıcı olacak. Köylülüğün taleplerinin gerçekleşmesi, gericiliğin tamamen parçalanması, demokratik bir cumhuriyetin kazanılması, burjuvazinin ve hatta küçük-burjuvazinin devrimciliğinin sonu olacaktır. Bu, proletaryanın sosyalizm için gerçek mücadelesinin başlangıcı olacaktır.” Burada küçük-burjuvaziyle kastedilen temelde köylülüktür.

Bu koşullarda, “sürekli” devrim sloganı nereden kaynaklanmaktadır? Lenin bu soruyu şöyle cevaplar: Avrupa’daki devrimci kuşakların omuzları üzerinde yükselen Rus devrimcilerin, “tüm demokratik dönüşümü, asgari programımızın tamamını daha önce görülmemiş bir bütünlükle” başaracaklarını “hayal etme”ye hakları vardır, “... ve bu başarılırsa ... o zaman devrimci yangın Avrupa’yı saracaktır.... Sırası gelen Avrupa işçi sınıfı ayaklanacak ve bize «nasıl yapılacağını» gösterecektir; o zaman Avrupa’daki devrimci yükseliş dönüp Rusya’yı etkileyecek ve birkaç yıllık devrimci dönem birkaç on yıla yayılacaktır.” Rus devriminin bağımsız özü, gelişiminin en yüksek aşamasında dahi, burjuva-demokratik bir devrimin sınırlarını aşamaz. Rusya proletaryası için iktidar mücadelesi çağını açacak olan şey, Batıdaki muzaffer bir devrimdir. Bu kavrayış 1917 Nisanına dek partiye tamamen egemendi.

Anlık yoğunlaşmalar, polemiksel abartılar ve bireysel hatalar bir kenara bırakılırsa, 1905’ten 1917’ye dek, sürekli devrim konusundaki tartışmanın özünün indirgendiği sorun, Rus proletaryasının iktidarı kazandıktan sonra ulusal bir sosyalist toplum kurup kuramayacağı değil –bu konuda 1924’e kadar hiçbir Rus Marksistinin ağzından tek bir laf çıkmamıştır–, tarım sorununu çözmeye gerçekten yetenekli bir burjuva devrimin Rusya’da hâlâ mümkün olup olmadığı ya da bu işin tamamlanması için proletarya diktatörlüğünün gerekip gerekmediğiydi.

http://noromarksizm.blogspot.com/2012/02/tek-ulkede-kapitalizm-mumkun-mu-ksm-1.html

Tek ülkede kapitalizm mümkün mü?- Kısım 1

Lev Troçki

TEK ÜLKEDE SOSYALİZM?

   

Tarih: 1930.
Çeviri Tahiri: Marksist Tutum, Ocak 2001.
MIA'dan Çeviri: 2005.



“Sınai olarak daha gelişmiş olan ülke, daha az gelişmiş olanın gelecekteki halini gösterir yalnızca.” Yöntemsel kalkış noktası bir bütün olarak dünya ekonomisi değil, bir tip olarak tek bir kapitalist ülke olan Marx’ın bu ifadesi, geçmiş kaderlerine ve sınai seviyelerine aldırmaksızın tüm ülkeler kapitalist evrim tarafından kucaklandıkları ölçüde, daha az uygulanabilir hale geldi. Zamanında İngiltere, Fransa’nın ve daha az ölçüde de Almanya’nın geleceğini gösteriyordu, ama kesinlikle Rusya’nınkini veya Hindistan’ınkini değil. Ne var ki, Rus Menşevikleri Marx’ın bu koşullu önermesini kayıtsız şartsız kabul ettiler. Geri kalmış Rusya, diyorlardı, ileri atılmamalı, önceden hazırlanmış modeli kuzu kuzu takip etmeli. “Marksizmin” böylesine liberaller de katılıyordu.

Marx’ın en az bunun kadar ünlü bir diğer formülü ise –“hiçbir toplumsal formasyon, içinde barındırdığı tüm üretici güçler gelişmeden yok olmaz”– kalkış noktası olarak tek bir ülkeyi değil, bir evrensel toplumsal yapılar silsilesini (kölecilik, ortaçağ, kapitalizm) alır. Ama bu ifadeyi tek bir devlet açısından ele alan Menşevikler, Rusya kapitalizminin Avrupa ve Amerika seviyesine ulaşmak için daha çok mesafe katetmesi gerektiği sonucunu çıkardılar. Ne var ki, üretici güçler boşlukta gelişmezler! Ulusal bir kapitalizmin olabilirliğinden bahsedip, bir yandan ondan filizlenen sınıf mücadelesini, ya da öte yandan onun dünya koşullarına bağımlılığını görmezden gelmek mümkün değildir. Burjuvazinin proletarya tarafından devrilmesi fiili Rus kapitalizminin sonucuydu ve bu suretle onun soyut ekonomik olabilirliğini ortadan kaldırdı. Rusya’da sanayinin yapısı ve de sınıf savaşının karakteri, büyük ölçüde uluslararası koşullarca belirlendi. Kapitalizm, dünya arenasında üretim maliyetlerini –ticari anlamda değil sosyolojik anlamda– meşru gösteremeyeceği bir noktaya ulaşmıştı. Gümrük tarifeleri, militarizm, krizler, savaşlar, diplomatik konferanslar ve diğer zırvalar o kadar çok yaratıcı enerjiyi yutup çarçur etmektedir ki, teknikteki tüm gelişmelere rağmen, refah ve kültürün daha fazla büyüme şansı kalmamaktadır.

Yüzeysel yaklaşıldığında paradoksal görünmesine rağmen, dünya sisteminin günahlarının bedelini ilk ödeyenin geri bir ülkenin burjuvazisi olması, aslında eşyanın tabiatına uygundur. Marx kendi dönemi için bu olguya parmak basmıştı: “Şiddetli patlamalar burjuva organizmanın uç bölgelerinde merkeze göre daha erken ortaya çıkar, çünkü merkezde denge olanağı uç bölgelerdekinden daha fazladır.” Henüz büyük bir ulusal sermaye birikimi gerçekleştiremeyen ve dünya rekabetinde imtiyazlı bir konumu olmayan devletlerin, emperyalizmin devasa ağırlığı altında ezilmeleri kaçınılmazdır. Rus kapitalizminin çökmesi, evrensel bir toplumsal formasyon içindeki yerel bir heyelandı. “Devrimimizin doğru bir biçimde değerlendirilmesi” diyordu Lenin, “ancak enternasyonal bir bakış açısıyla mümkündür.”

Son çözümlemede biz Ekim devrimini Rusya’nın geriliğine değil, bileşik gelişme yasasına bağlıyoruz. Tarihsel diyalektik ne apaçık gerilik tanır, ne de pürü pak ilerilik. Bütün mesele somut bağıntılardır. İnsanlığın bugünkü tarihi, geri bir ülkede proletarya diktatörlüğünün ortaya çıkması kadar muazzam ölçüde olmasa da, benzer tarihsel tipte “paradokslarla” doludur. Geri Çin’in öğrenci ve işçileri materyalizm doktrinini hevesle özümserken, medeni İngiltere’nin işçi önderlerinin kilise tarzı büyülerin sihirli gücüne inanmaları, belli alanlarda Çin’in İngiltere’yi geçtiğinin kesin kanıtıdır. Ama Çinli işçilerin Macdonald’ın ortaçağdan kalma kalın kafalılığına itibar etmemeleri, genel gelişimi itibariyle Çin’in İngiltere’den üstün olduğu anlamına gelmez. İngiltere’nin ekonomik ve kültürel üstünlüğünü kesin rakamlarla ifade etmek mümkündür. Ne var ki, bu kavramların çarpıcılığı Çin’deki işçilerin iktidarı İngiltere’dekilerden önce ele geçirebilme ihtimalini ortadan kaldırmaz. Buna karşın, Çin’deki bir proletarya diktatörlüğü, Çin Seddi sınırları içinde sosyalizmi inşa etmekten uzak olacaktır. Skolastik, bilgiçlik taslayan, tek yönlü veya fazlasıyla dar ulusal kriterlerin, çağımızda faydası yoktur. Rusya’yı geriliğinden ve Asyatikliğinden sıyrılmaya zorlayan dünyanın gelişimi oldu. Onun sonraki kaderi de bu gelişme ağından bağımsız olarak anlaşılamaz.

Burjuva devrimleri, hem feodal mülkiyet ilişkilerini hem de yerel parçalanmışlığı benzer ölçüde hedef aldı. Bu devrimlerin özgürlük bayraklarında milliyetçilikle liberalizm yan yana duruyordu. Batı uygarlığı çok uzun zaman önce bu bebek patiklerini çıkarıp attı. Zamanımızın üretici güçleri sadece burjuva mülkiyet biçimlerini değil, ulusal devletlerin sınırlarını da aşmıştır. Liberalizm ve milliyetçilik, dünya ekonomisi için aynı derecede ayak bağı haline gelmiştir. Proletarya devrimi, hem üretim araçlarında özel mülkiyete hem de dünya ekonomisinin ulusal bölünmesine karşıdır. Doğu halklarının bağımsızlık mücadelesi, bu dünya sürecine dahildir ve eninde sonunda onunla kaynaşacaktır. Genel anlamda ulaşılabilecek bir hedef olsaydı bile, ulusal bir sosyalist toplumun yaratılması, insanoğlunun ekonomik gücünün büyük ölçüde eksilmesi anlamına gelirdi. Bizzat bu nedenle, böyle bir şeye ulaşılması mümkün değildir. Enternasyonalizm soyut bir ilke değil bir ekonomik gerçeğin ifadesidir. Liberalizm nasıl ulusal idiyse sosyalizm de öyle enternasyonaldir. Sosyalizmin görevi, uluslararası işbölümünden yola çıkarak mal ve hizmetlerin uluslararası değişimini en son noktasına götürmektir.

KAÇ ÜLKEDE SOSYALİZM MÜMKÜN?


  1. İki Ayrı Ölçek Problemi: Hangisi Önemli?

  2. Tek ülkede sosyalizm/dünya devrimi tartışması, esas olarak birkaç soru etrafında döner. Bu soruların daha baştan birbirinden ayrıştırılarak yalın biçimde ifade edilmesi, tartışmayı içinden çıkılamaz hale getiren kafa karışıklıklarından kurtulmak için elzemdir. Bu sorulardan ilki, sosyalist devrimin hangi ölçekte zafer kazanabileceği, başka bir deyişle, proletaryanın hangi ölçekte burjuvazinin iktidarını devirerek başa geçebileceği sorusudur. Bundan çok farklı olan ikinci soru, sosyalist/komünist, yani sınıfsız bir toplumun kuruluşunun hangi ölçekte tamamlanabileceğidir. Başka biçimde ifade edilecek olursa, komünizm kapitalizmin yerini hangi ölçekte alabilir?

  3. Tartışmanın Önemi Nedir?
  4. 20. yüzyıl sosyalist kuruluş deneyiminin çöküşünün birkaç asli nedeninden biri tek ülkede sosyalizm programıdır. Yukarıda Marksizmin klasik ölçek sorununun “dünya-tarihsel” bir önem taşıdığını söylememizin nedeni tam da budur.
  5. Elinizdeki yazı, tek ülkede sosyalizm/dünya devrimi tartışmasını iki temel nedenle yeniden gündeme taşıma amacındadır. Birincisi, geçmiş sosyalist inşa deneyimlerinin neden çöktüğünü anlamadan gelecekte sosyalizmin inşasında başarıya ulaşmayı amaçlamak, işi bütünüyle talihe bırakmak demektir

  6. Stalin-Trotskiy mi yoksa Lenin-Stalin mi?

  7. Tek mi, Çok mu, Tüm mü?

  8.       Önce Komünistler Ligası’nın 1848’de yayımlanmış olan ve Komünist Manifesto adıyla bilinen ünlü programına bakalım:
  9.      “Hiç olmazsa önde gelen uygar ülkelerin birleşik eylemi, proletaryanın kurtuluşunun ilk koşullarından biridir.”
  10.      Manifesto’nun meseleyi “uygar ülkeler” olarak koymuş olması, yazıldığı çağda kapitalizmin gelişiminin Avrupa kıtasının Batısı ve Amerika kıtasının kuzeyi ile sınırlanmış olmasıyla ilgilidir. Buna rağmen, Manifesto yazarlarının “uygar ülkeler” ile yetinmeyerek “hiç olmazsa” sınırlamasıyla bütün dünyayı işaret ettiği de gözden kaçmamalıdır.
  11.       Marx ve Engels’in hayatlarında katıldıkları ikinci politik örgüt, bugün I. Enternasyonal olarak anılan Uluslar arası işçi Birliği’dir. I. Enternasyonal’in Marx tarafından kaleme alınan Geçici Tüzüğü’nde sosyalizmin zorunlu olarak uluslar arası  bir doğası olduğu açıkça ortaya konulur:
  12.   “Emeğin kurtuluşu ne yerel, ne de ulusal bir sorundur; modern toplumun var olduğu bütün ülkeleri kapsayan ve çözümü için en ileri ülkelerin teorik ve pratik birliğine bağlı olan bir toplumsal sorundur.

  13. Engels ,Dünya Pazarı ve Dünya Devrimi

  14.    Engels “bu devrimin yalnızca tek ülkede yer alması olanaklı olacak mıdır?” sorusuna şu cevabı veriyor:
  15. “Dünya pazarını yaratmış olan büyük sanayi, yeryüzündeki bütün halkları ve özellikle de uygar halkları öylesine birbirine bağlamıştır ki, her halkın başına gelecekler, bir ötekine bağlıdır…Komünist devrim, bu yüzden, hiç de salt ulusal bir devrim olmayacaktır, bu, bütün uygar ülkelerde, yani en azından İngiltere, Fransa, Amerika ve Almanya’da, aynı zamanda yer alan bir devrim olacaktır… Bu, dünya çapında bir devrimdir, ve dolayısıyla kapsamı da dünya çapında olacaktır
  16. .” (Engels, 1993: 170)

  17. Sermayenin Dünya Pazarını Yaratma Eğilimi

  18.   Bizim burada incelediğimiz özgül ölçek sorunu bakımından, sermayenin hareket yasaları arasında öne çıkan, sermayenin dünya pazarını yaratma eğilimidir.

  19. Tek ülkede sosyalizm mümkün mü?

  20.     
  21.    Dünya pazarının oluşumu bir kez sermayenin bir hareket yasası olarak saptandığında, Marx ve Engels’in işçi sınıfının kurtuluşunun neden ancak en azından kapitalizmin yerleştiği toplumların hepsinde birden gerçekleşebileceğinde ısrar ettiğini anlamak mümkün hale gelir. Marksizm’in kurucuları bu temelde tekil ülkelerde sosyalizmin kuruluşunun olanaksız olduğunu ileri sürmüşlerdir.

  22. Fransa’nın Ulusal Duvarları

  23. Marx, daha sonra, bu konuya 1848 Fransız devrimi sırasında proletaryanın yanılsamalarını ele alırken değinmiştir.
  24. “Nasıl işçiler burjuvaziyle yan yana kendilerini kurtarabileceklerini sandılarsa, aynı şekilde, geriye kalan burjuva uluslarla yan yana Fransa’nın ulusal duvarları içinde bir proleter devrimini tamamlayabileceklerini sandılar. Fakat Fransa’nın üretim ilişkileri, Fransa’nın dış ticareti, dünya pazarındaki konumu ve dünya pazarının despotu İngiltere’ye çarpacak bir devrimci Avrupa savaşı olmadan Fransa bu yasaları nasıl parçalayacaktı?”
  25. Görüldüğü gibi, burada “Fransa’nın ulusal duvarları içinde proleter devriminin tamamlanabilmesi” olanaksızlığı, tam da kapitalizmin oluşturmuş olduğu dünya pazarının belirleyiciliği temelinde reddediliyor.
  26. “Burjuva toplumunun kendine özgü görevi, hiç olmazsa taslak halinde, dünya pazarını ve bu Pazar üzerinde yükselen üretimi yaratmaktır. Dünya yuvarlak olduğuna göre, Kaliforniya ve Avustralya’ya yerleşilmesi ve Çin ve Japonya’nın açılması bu süreci tamamlamış gibi görünüyor. Bizim açımızdan zorlu soru şu: Kıta’da devrim her an patlak verebilir ve üstelik derhal sosyalist bir niteliğe bürünecektir. Peki, burjuva toplumunun hareketi çok daha geniş bir alanda hala yükseliş içinde olduğuna göre, devrim dünyanın bu küçücük köşesinde ezilmeyecek midir?” (Marx-Engels, 1975: 103-104)
  27. “Fransa’da burjuvazinin devrilmesi, Fransız işçi sınıfının zaferi ve genel olarak işçi sınıfının özgürleşmesi, bu yüzden Avrupa’nın özgürleşmesinin baş sloganıdır.
  28. Ama İngiltere, koskoca ülkeleri kendi proleterlerine dönüştüren, devasa kollarıyla bütün dünyayı sarmalayan, şimdiden bir kez Avrupa Restorasyonu’nun maliyetini üstlenmiş olan, içerisinde sınıf çelişkilerinin en keskin ve en hayasız biçimlerine ulaştığı bu ülke - İngiltere devrimci dalgaları kıran kaya gibidir, yeni toplumun doğmadan önce boğulduğu ülkedir. İngiltere dünya pazarına hakimdir. Avrupa kıtasının herhangi bir ülkesinde, İngiltere olmaksızın Avrupa kıtasının bütününde ekonomik ilişkilerde herhangi bir altüst oluş, bir bardak suda fırtınadır. Her bir ülkenin kendi içindeki sınai ve ticari ilişkiler öteki ülkelerle ilişkileri tarafından yönlendirilir ve dünya pazarıyla ilişkisine tabidir. Oysa dünya pazarında İngiltere hakimdir, İngiltere’de ise burjuvazi” (Marx, 1849).
  29. Ne var ki, Fransa’da her toplumsal ayaklanma İngiliz burjuvazisi tarafından, Büyük Britanya’nın dünya üzerinde kurmuş olduğu hakimiyet tarafından engellenecektir. Fransa’da ya da bir bütün olarak Avrupa kıtasında en kısmi reform, eğer kalıcı olması isteniyorsa, sadece bir iyi niyet dileğidir. Yaşlı İngiltere’yi sadece bir dünya savaşı alt edebilir, çünkü sadece bu, İngiliz işçilerinin örgütlü partisi olan Çartistlere kendilerini ezen güçlü sınıfa karşı başarılı bir ayaklanma için gerekli koşulları sunabilir. Ne zaman Çartistler İngiliz hükümetinin başına geçerler, o zaman toplumsal devrim ütopya alanından gerçeklik alanına adımını atacaktır.” (Marx, 1849)

  30. Dünya Ekonomisi ve Dünya Politik Sistemi
  31. Ülkeleri Acımasızca Karşı Karşıya Getiren Emperyalizm Dönemi

  32.     Farklı gelişme düzeylerindeki ülkeleri ve kıtaları bir karşılıklı bağımlılık ve karşıtlık sistemi içinde birleştiren, gelişimlerinin çeşitli aşamalarını aynı düzeye getiren ve aynı zamanda derhal bunlar arasındaki farklılıkları arttıran ve ülkeleri acımasızca karşı karşıya getiren dünya ekonomisi, tek tek ülkelerin ve kıtaların ekonomik yaşamı üzerinde hüküm süren güçlü bir gerçeklik haline gelmiştir. Tek başına bu temel olgu, bir dünya komünist partisi düşüncesine erişilmez bir gerçeklik kazandırmaktadır.
  33.     Emperyalizm, bir bütün olarak dünya ekonomisini gelişimin özel mülkiyet temelinde genel olarak ulaşabileceği en yüksek evreye getirerek, taslağın girişinde oldukça doğru olarak ifade edildiği gibi, “dünya ekonomisinin üretici güçlerinin büyümesi ile ulusal-devlet engelleri arasındaki çelişkiyi aşırı derecede şiddetlendirmiştir.”

  34. Lenin ve Paralel Uluslararası Eylem
  35. İlerle ya da Yok Ol!

  36. Dünya emperyalizmi, ilerleyen muzaffer bir toplumsal devrimle yan yana yaşayamaz.”
  37. Geriliğimiz bizi ileri itti ve eğer diğer ülkelerin ayaklanan işçilerinin güçlü desteğiyle karşılaşana kadar dayanamazsak yok olacağız.”
  38.  
  39. Sosyalizmin Zaferi mi Proletarya İktidarının Sağlamlaşması mı?
  40. Çocuklarımız mı Yoksa Torunlarımız mı?

  41. Sosyalist İnşanın İki Aşaması

  42. Şüphesiz, bu temel görev için bile, 1918’in başında çok kısa bir süre saptandı. Bu tümüyle, Lenin’in “o zaman şimdi olduğumuzdan çok daha akılsızdık” diyerek Komintern’in Dördüncü Kongresinde alaya aldığı saf pratik “yanlış hesaptı.” Fakat “biz genel perspektifler açısından doğru bir görüşe sahiptik ve on iki ay zarfında ve geri bir ülkede tam bir ‘sosyalist düzenin’ kurulmasının olanaklı olduğuna bir an için bile inanmadık.” Bu ana ve nihai hedefe, sosyalist bir toplumun inşasına erişme, Lenin tarafından tüm üç kuşağa bırakılmıştı; kendimiz, çocuklarımız ve torunlarımız.
  43. Üretici güçler ulusal sınırlarla uyumlu değildir. Sadece dış ticaret, işgücü ve sermaye ihracı, toprakların fethi, sömürge politikası ve son emperyalist savaş değil, aynı zamanda kendine yeterli bir sosyalist toplumun ekonomik olanaksızlığı da buradan doğar. Kapitalist ülkelerin üretici güçleri, ulusal sınırları çok önceden yıktı. Ne var ki sosyalist toplum sadece en ileri üretici güçler üzerinde, tarım dahil tüm üretim süreçlerine elektrik ve kimyanın uygulanması üzerinde; modern teknolojinin en yüksek öğelerinin birleştirilmesi, genelleştirilmesi ve en yüksek gelişme düzeyine yükseltilmesi üzerinde inşa edilebilir.

  44. Sosyalist Toplumu İnşa Görevi

Türkiye'de Burjuva Devrimi


Kemalizm ve 1923 Devrimi
Yanlışlar ve Yalanlar Arasından Hakikate Ulaşmak

Osmanlı’nın Mirası
Ticaret sermayesi, genişleyen hareketi içinde dünyanın farklı yörelerindeki kapitalizm öncesi sosyoekonomik formasyonların ürünlerini gittikçe daha yaygın biçimde kendi devresine katar. Böylelikle, Latin Amerika’dan Asya’ya, dünyanın değişik yörelerindeki toplumlar tek bir dünya pazarının birer parçası haline gelir.

Dünya Pazarıyla Bütünleşirken…

Osmanlı da 16. yüzyılda başlayan ve adım adım gelişen bir süreç içinde Batı Avrupa merkezli dünya pazarıyla bütünleşmiştir. Başlangıçta tahıl ve hammadde ihracatçı biçimde ortaya çıkan bu bütünleşme, 19. yüzyılla birlikte aynı zamanda Osmanlı ülkesinin yükselen sanayi kapitalizminin mamul ürünlerinin bir pazarı haline gelmesiyle ileri bir evreye ulaşır.

Mali Bunalım ve Özel Mülkiyetin Doğuşu

Batı Avrupa’da önce ticaret sermayesinin, daha ileriki bir aşamada ise sanayi kapitalizminin yükselişi, Osmanlı toplumunda hakim olan kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin çözülüş sürecini başlatan dinamikleri de harekete geçirdi.

Meta Üretimi Eski İlişkileri Tasfiye Ediyor…

…Ama meta üretiminin kendisi eski üretim tarzının gözeneklerinde gelişirken, kurulu düzenin bütünsel işleyiş mantığında gedikler açarak eski ilişkilerin tasfiyesiyle sonuçlanacak bir süreci harekete geçirir.

Toprakta Özel Mülkiyetin Gelişimi

Tarımsal üretimin gözeneklerinde tüccar ve tefeci sermayesi her zaman toprakta özel mülkiyetin önkoşulu olmuştur. Osmanlı toplumu da bu kuralın bir istisnası olmayacaktır. Mültezim ve tüccara paralel olarak, merkezi bürokrasinin büyüyen bir bölümü, önce vakıf türü hukuksal biçimlerden yararlanarak, ardından daha açık biçimler altında, toprakta özel mülkiyeti kurar… 19. yüzyılda Osmanlı tarihi biraz da burjuva toplumunun bu temel direğinin güvenceye kavuşması üzerine verilen mücadelelerin tarihidir.

Burjuva Toplumunun Önkoşulları

19. yüzyıl boyunca Osmanlı toplumu büyük iç çatışmalara, iktidar mücadelelerine, kitlesel ayaklanma ve kırımlara, politik ve hukuksal üstyapıda dönüşümlere ve geri dönüşlere, düşünsel alanda köklü bir değişime  sahne oldu.
Bütün bu toplumsal çalkantının temelinde sosyoekonomik yapıda ve onun bir sonucu olarak sınıf bileşiminde yaşanan çığır açıcı değişim yatar.

Osmanlının En Gelişmiş Bölgeleri

Elbette, tersine, bu toplumsal çalkantı ve ona eşlik eden politik mücadeleler de sosyoekonomik yapının değişimi ya da eski biçimiyle muhafazası yönünde önemli etkilerde bulunur.
İniş çıkışlarıyla atılım ve geri dönüşleriyle bu süreç, 20. yüzyılın eşiğine ulaşıldığında, Osmanlı’yı, en azından en gelişmiş bölgelerini, burjuva toplumuna doğru bir sıçrama yapmaya hazır hale getirdi.

19. yy.: Burjuva Toplumunun Önkoşullarının Oluşumu

Bir burjuva toplumunun oluşumunun en önemli önkoşulu elbette kapitalist üretim tarzının gelişmesine uygun bir ekonomik ilişkiler zincirinin artan ölçekte toplumun ekonomik hayatına damgasını vurmasıdır.
Burada ele alınması gereken ilk etken, farklı üretim birbirine bağlayarak, sermayenin üzerinde hareket edebileceği bir zemin yaratan meta üretiminin yaygınlaşmasıdır.

Burjuva Toplumunun Önkoşulları: Ticaret Antlaşmaları

19. yüzyıl Osmanlı ekonomisi bu açıdan son derecede önemli gelişmelere sahne olmuştur. Bu konuda dönüm noktası, İngiltere ile 1838’de imzalanan Ticaret Antlaşmasıdır.
Bu antlaşmalarla açılan dönemde Osmanlı ülkesi, sanayi devrimini yaşamakta olan Batı Avrupa ekonomisiyle hızlı bir bütünleşme süreci içine girer; bu da Osmanlı’nın gittikçe artan sayıda yöresinin (Ege, Akdeniz, Adana, Selanik, Şam, Halep vb.) bir meta dolaşımı ağının içine çekilmesi anlamına gelir. İhracat için üretimin artışı, parasal gelir akımlarının kendinden önceki, kullanım değerlerine bağlı ekonominin yerini alışı, ülkenin doğrudan dış pazarlara bağlı olmayan yörelerinde de meta üretiminin gelişmeye başlamasına yol açar.

Kapitalist Gelişme mi, Yarı Sömürgeleşme mi?

Yarı-sömürge, genel anlamda ekonomisi emperyalist hakimiyet altındaki ülke demek değildir. Politik bağımsızlığına sahip olmakla birlikte, modern devlete özgü bazı işlevsel alanlarda yetkileri emperyalizme devretmiş ülke demektir.
Yalıtılmış feodal ya da her tür kapitalizm öncesi birimlere değil de, bütün bir ülkeyi kavrayan ve dünya ekonomisine bağlayan bir meta dolaşımı ağına  dayanan bütün modern ekonomilerde, devletin ekonomiye ilişkin, zorunlu olarak yerine getirmesi bazı işlevler vardır. Bunların başında iki temel unsur gelir: ulusal paranın yönetimi ve devlet maliyesinin düzenlenmesi. Bu iki temel unsurunu denetleyemeyen devletler, (…) “mali esaret” altında demektir. Yani politik alandaki bağımsızlığı yarım bir bağımsızlıktır.
Böylece Osmanlı’nın 19. yüzyıl boyunca yaşadığı değişim içinde kapitalist gelişme ile yarı-sömürgeleşmenin tek bir sürecin iki veçhesi olduğu ortaya çıkıyor.

Cumhuriyetin Kuruluşu: Kitlesiz Burjuva Devrimi

Yöntem ve Teori Sorunları: Burjuva Devrimi Nedir?
Kemalizm Üzerine Sol Yorumlar
Kemalist Devrimin Doğası
Kemalizm Karşısında Sol Liberalizm
Kemalizm ve Solu
Milli Mücadele Anti-Emperyalist Midir?
Milli Mücadele ve “Kürt Sorunu”
Bir Bütün Olarak Milli Mücadele: Jakoben Olmayan Bir Burjuva Devrimi
Hürriyet Devrimi: 1908 Devrimi
Çokuluslu Halk Devrimi
İttihat ve Terakki ya da Jön Türkler
Sanayi Kapitalizminin Şafağı: Devletçilik
Kemalizmin İlkeleri
Saltanat ve Hilafet
Ulusal Kurtuluş Savaşı Ne Değildi?
Mustafa Kemal’in Mirası Nedir? Ve Önemli Midir?

27 Şubat 2012 Pazartesi

Komünist Partisi Manifestosu- Part I



  • Komünist Parti Manifestosu
  • Karl Marx-Friedrich Engels
  • KM Kim için ve Ne Zaman Yazıldı?
  • Komünist Parti Manifestosu, uluslararası bir örgüt olan “Komünistler Birliği”nin görevlendirmesi üzerine, Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından hazırlandı. 1847 yılının Aralık ve 1848 yılının Ocak aylarında yazılan Manifesto, ilk olarak, 1848 Şubatı’nda Londra’da basıldı.
  • “Komünistler Birliği” gizli bir uluslararası işçi birliğidir.
  • KM Ne Anlatır ve Günümüzdeki Geçerliliği?
  • “Komünistler Birliği” Marx ve Engels’i, Kasım 1847’de Londra’da yapılan bir kongrede, kapsamlı bir teorik ve pratik parti programını kaleme almakla görevlendirir. (s.53)
  • Bu ilkelerin pratikte uygulanması her yerde ve her zaman mevcut tarihsel koşullara bağlı olacaktır ve bu nedenle de II. Bölümün sonunda önerilen devrimci önlemlere kesinlikle hiçbir özel ağırlık verilmemiştir. Bu pasaj bugün pek çok açıdan farklı olurdu. (s.53)
  • Konu Başlıkları
  • I.Burjuvalar ve Proleterler
  • II.Proleterler ve Komünistler
  • III.Sosyalist ve Komünist Literatür
  • 1.Gerici Sosyalizm
  • a)Feodal Sosyalizm
  • b)Küçük Burjuva Sosyalizmi
  • c)Alman Sosyalizmi ya da Hakiki Sosyalizm
  • 2.Tutucu Sosyalizm ya da Burjuva Sosyalizmi
  • 3.Eleştirel-Ütopik Sosyalizm ve Komünizm
  • IV.Komünistlerin Farklı Muhalefet Partileri Karşısındaki Konumları
  • Burjuvazi ve Proletaryanın Tanımları
  • Burjuvazi ile, toplumsal üretim araçlarının sahibi olan ve ücretli emeği kullanan (ücretli emeğin karşısında yer alan) modern kapitalistler sınıfı kastediliyor.” (s.11)
  • “Proletarya ile ise, kendilerine ait hiçbir üretim aracına sahip olmadıklarından, yaşayabilmek için emek güçlerini satmak zorunda olan modern ücretli emekçilerin sınıfı” (s.11)
  • .- Engels’in 1888 tarihli İngilizce baskıya notu.
  • Sınıf Mücadeleri ve Tarih
  • Şimdiye kadarki tüm toplum tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir. (s.11)
  • Özgür insan ve köle, patrisyen ve pleb, derebeyi ve serf, lonca üyesi usta ve kalfa, kısacası ezen ve ezilen, sürekli bir karşıtlık içinde bulundu ve kesintisiz bir biçimde bazen gizli, bazen açık, ama her seferinde tüm toplumun devrimci bir dönüşümüyle ya da mücadele eden sınıfların birlikte çöküşüyle sonuçlanan bir mücadele yürüttüler. (s.11)
  • Büyük sanayi, Dünya Pazarı ve Modern Burjuvazi
  • Özet: Feodal Toplumdan Kapitalizme…
  • Burjuvazinin kendisini var ederken temel aldığı üretime ve değişim araçları, feodal toplumda üretilmiştir. Bu üretim ve değişim araçlarının gelişiminin belirli bir aşamasında, feodal toplumun üretim ve değişim ilişkileri, tarımın ve imalatçılığın feodal örgütlenmesi, kısacası feodal mülkiyet ilişkileri, gelişmiş bulunan üretici güçlere ayak uyduramamaya başladı. Bunlar, üretimi teşvik etmek yerine engelliyordu. Ayak bağları haline geldiler. Parçalanmak zorundaydılar parçalandılar. (s. 15)
  • …Burjuvazi Kendi Mezar Kazıcılarını Yaratttı!
  • Ama burjuvazi yalnızca kendisine ölüm getiren silahları üretmekle kalmadı; bu silahları kullanacak insanları da yarattı- modern işçiler, yani proleterler. (s.16)
  • Burjuvazi, yani sermaye ne oranda gelişiyorsa, iş buldukları sürece yaşayan ve emekleri sermayeyi artırdığı sürece iş bulan modern işçilerin sınıfı olan proletarya da o oranda gelişiyor. (s.17)
  • Proleterler
  • […] İşçinin yarattığı maliyet, neredeyse yalnızca, kendi geçimi ve soyunun üremeye devam etmesi için gereksinim duyduğu geçim araçlarından ibaret kalıyor. Ama bir metanın, dolayısıyla aynı zamanda emeğin fiyatı, kendi üretim maliyetine eşittir. Bu nedenle de işin iğrençliği arttığı oranda ücret düşüyor. (s. 17)
  • İşçilerin Giderek Büyüyen Birliği!
  • Zaman zaman işçiler kazanır, ama yalnızca geçici olarak. Mücadelelerinin asıl sonucu dolaysız başarı değil, işçilerin giderek büyüyen birliğidir.
  • Ama her sınıf mücadelesi siyasal bir mücadeledir.
  • Proletarya ve Orta Katmanlar
  • Bugün burjuvazinin karşısında duran tüm sınıflar içinde yalnızca proletarya gerçekten devrimci bir sınıftır. Diğer sınıflar büyük sanayiyle birlikte bozulur ve yok olur, proletarya ise büyük sanayinin en özel ürünüdür. (s. 20)
  • Orta katmanlar, yani küçük sanayici, küçük tüccar, zanaatçi ve köylü, bunların tümü, orta katmanlar olarak varlıklarını güvence altına alabilmek için burjuvaziye karşı savaşır. Dolayısıyla bunlar devrimci değil, tutucudur. Dahası, gericidirler; tarihin tekerleğini geriye döndürmeye çalışırlar. Devrimci olduklarında, proletaryanın safına geçmek üzere oldukları için böyledirler. (s. 20)
  • Proleterlerin güvence altına alınacak bir şeyleri yoktur
  • İktidarı ele geçiren geçmişteki tüm sınıflar, tüm toplumu kendi mülk edinme koşullarının boyunduruğu altına sokarak, daha önce kazanmış oldukları toplumsal konumu güvence altına almaya çalıştı. (s.20)
  • Proleterler ise, toplumsal üretici güçleri, yalnızca, bugüne kadarki kendi mülk edinme tarzını ortadan kaldırarak ele geçirebilir. Proleterlerin güvence altına alınacak bir şeyleri yoktur; onlar, bugüne kadarki tüm bireysel güvenceleri ve bireysel sigortaları ortadan kaldıracaktır. (s.20) 
  • Burjuvazinin Zor Yoluyla Devrilmesi
  • Proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesi, içerik açısından olmasa bile biçim açısından, öncelikle ulusal bir mücadeledir. Her ülkenin proletaryası kuşkusuz önce kendi burjuvazisiyle hesaplaşmak zorundadır. (s.21)
  • Proletaryanın gelişiminin en genel aşamalarını resmederken, mevcut toplumun içindeki az ya da çok gizlenmiş iç savaşı, bu savaşın açık bir devrime dönüştüğü ve proletaryanın, burjuvazinin zor yoluyla devrilmesi aracılığıyla, kendi egemenliğinin temelini kurduğu noktaya kadar izledik. (s.21)
  • Özet: Burjuvazinin çöküşü - Proletaryanın zaferi
  • Burjuva sınıfın varoluş ve egemenliğinin temel koşulu, servetin bireylerin elinde birikmesi ve sermayenin oluşması ve çoğalmasıdır, sermayenin koşulu, ücretli emektir. Ücretli emek tümüyle işçilerin kendi aralarındaki rekabete dayanır. Sanayinin, burjuvazinin ister istemez ve direnmeden taşıyıcısı olduğu gelişmesi, işçilerin rekabetten kaynaklanan yalıtılmışlıklarının yerine, birleşmelerinin ürünü olan devrimci birliklerini koyar.
  •  Yani, büyük sanayinin gelişimi, üzerinde ürettiği ve ürünlerini mülk edindiği temelin kendisini burjuvazinin ayaklarının altından çekip alır. Burjuvazi her şeyden önce kendi mezar yaratıcılarını üretir. Burjuvazinin çöküşü ile proletaryanın zaferi eşit derecede kaçınılmazdır.
  • Proleterler ve Komünistler
  • [Komünistlerin] tüm proletaryanın çıkarlarından ayrı hiçbir çıkarları yoktur.
  • Komünistler kendilerini diğer proletarya partilerinden yalnızca şu noktalarda ayırır:
  • 1. Proleterlerin farklı ulusal mücadeleleri içinde tüm proletaryanın ortak, ulusallıktan bağımsız çıkarlarını öne çıkarır ve bunlara geçerlilik kazandırırlar.
  • 2. Proletarya ile burjuvazi arasındaki mücadelenin geçtiği farklı gelişme aşamalarında, her zaman hareketin bütününün çıkarlarını temsil ederler.
  • Siyasal İktidarın Fethi
  • Komünistlerin yakın hedefi tüm diğer proleterlerinkiyle aynıdır: Proletaryanın sınıf olarak oluşması, burjuva egemenliğinin yıkılması ve siyasal iktidarın proletarya tarafından fethedilmesi.
  • Tarihsel Hareketin Gerçek İlişkilerinin Genel İfadesi
  • Komünistlerin vardıkları teorik sonuçlar, hiçbir şekilde, şu ya da bu sözde dünya reformcusu tarafından icat edilmiş ya da keşfedilmiş olan düşünce ya da ilkelere dayanmaz.
  • Bunlar yalnızca, varolan bir sınıf mücadelesinin, gözlerimizin önünde gerçekleşen bir tarihsel hareketin gerçek ilişkilerinin genel ifadeleridir.
  • [...] Komünistler teorilerini tek bir cümlede özetleyebilir: Özel mülkiyetin kaldırılması.
  • Komünist Toplumda ise Bugün Geçmişe Egemendir
  • Burjuva toplumda, canlı emek, yalnızca birikmiş emeği çoğaltmanın bir aracıdır. Komünist toplumda ise, birikmiş emek, yalnızca işçinin yaşam süresini genişletmenin, zenginleştirmenin ve desteklemenin bir aracıdır.
  • Dolayısıyla, burjuva toplumda geçmiş bugüne, komünist toplumda ise bugün geçmişe egemendir. (s.25)
  • Komünizm kimseyi toplumsal ürünleri mülk edinme gücünden yoksun bırakmaz; yalnızca, insanı, bu mülk edinme biçimi aracılığıyla başkalarının emeğini boyunduruk altına alma gücünden yoksun bırakır. (s. 26)
  • Siyasal Egemenliği Ele Geçirmek
  • Komünistler ayrıca, vatan ve milliyeti ortadan kaldırmayı istemekle suçlandı.
  • İşçilerin vatanı yoktur. Sahip olmadıkları bir şeyi onlardan almak mümkün değildir. Proletarya öncelikle siyasal egemenliği ele geçirmek, kendisini ulusal sınıf konumuna yükseltmek, bizzat kendisini ulus olarak kurmak zorunda olduğu sürece, hiçbir şekilde burjuva anlamıyla olmamakla birlikte, henüz kendisi de ulusaldır. (s. 28)
  • En azından uygar ülkelerin birleşik eylemi, proletaryanın kurtuluşunun ilk koşullarından biridir.
  • Bir bireyin bir diğeri tarafından sömürülmesine son verildiği ölçüde, bir ulusun bir diğeri tarafından sömürülmesi son bulmuş olacaktır.
  • Ulus içindeki sınıfların karşıtlığıyla birlikte, ulusların birbirlerine karşı düşmanlığı da sona erecektir. (s.28)
  • Proletarya, siyasal egemenliğini, tüm sermayeyi burjuvaziden derece derece koparıp almak, tüm üretim aletlerini devletin, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde merkezileştirmek ve üretici güçler kitlesini olabildiğince hızlı bir şekilde çoğaltmak için kullanacaktır. (s. 30)
  • Gelişimin akışı içinde sınıf farklılıkları ortadan kalktığında ve üretimin tümü birleşmiş bireylerin ellerinde yoğunlaştığında, kamu gücü siyasal niteliğini yitirir. Asıl anlamıyla siyasal güç, bir sınıfın diğerini ezmeye dönük örgütlü gücüdür.
  • Eğer proletarya burjuvaziye karşı mücadelesinde kendisini mecburen bir sınıf olarak birleştirirse, bir devrim yoluyla kendisini egemen sınıf haline getirirse ve egemen sınıf olarak eski üretim ilişkilerini zorla ortadan kaldırırsa, bu üretim ilişkileriyle birlikte sınıf karşıtlıklarının varoluş koşullarını, genel olarak sınıfları ve böylelikle bir sınıf olarak kendi egemenliğini de ortadan kaldırır.

Leninizm ve Marksizmde Parti Fikri- by MELT


Lenin, Propaganda ve Ajitasyon Üzerine, 1897
…Rusya Sosyal-demokratlarının sosyalist faaliyetleri, bilimsel sosyalizmin öğretilerinin propaganda yoluyla yayılmasından, yani bugünkü toplumsal ve ekonomik sistem hakkında, bu sistemin temeli ve gelişmesi hakkında, Rusya toplumunun farklı sınıfları ve bu sınıfların birbiriyle olan karşılıklı ilişkileri, birbirleriyle olan mücadeleleri, işçi sınıfının bu mücadeledeki rolü ve işçi sınıfının çöken ve yükselen sınıflara ve kapitalizmin geçmişi ve geleceğine karşı tutumu, uluslar arası Sosyal-demokrasinin ve Rusya işçi sınıfının tarihi görevi hakkında, işçiler arasında doğru bir kavrayışın yayılmasından oluşur.
Parti ile Yığın Arasındaki İlişki
Yığın üst sınıf olsun, alt sınıf olsun görünüşe, işin dış yüzüne, ilk ağızdaki sonuçlara bakarak karar verir. Son yirmi yıl boyunca, tüm dünyada bu yığınlar Louis Bonapart'ı tanrılaştırdı. Ben ise onu doruk noktasındayken bile, vasat bir alçak olarak teşhis ettim. Junker Bismark hakkındaki görüşüm de budur.
(Marks'tan Kugelmann'a, 04.02.1871)  
Politik Mücadele
Politik alanda karşıtlarımızlarla mücadeleden kaçınmak özellikle örgütlenme ve propaganda cephesinde en güçlü silahlardan birini terk etmek demektir.
(Engels'ten Uluslararası Emekçiler Derneği İspanya Federal Konseyine, 13.02.1871)
Sekterliğin Gericiliği
Sosyalist sekterliğin ve gerçek işçi sınıfı hareketinin gelişimi, her zaman, birbirleriyle ters orantılı olmuştur. İşçi sınıfı bağımsız tarihsel bir hareket için yeterli olgunluğa erişmedikçe, sektler (tarihsel olarak) haklıydı. İşçi sınıfı bu olgunluğa erişir erişmez, bütün sektler, özünde gerici bir konuma girmişlerdir.
İşçi Sınıfı Partisi Sınıfları Yok Etmeyi Amaçlar
"[...] Alman işçi partisi, sanayide ve tarımda ulusal ölçekte kolektif üretimi gerçekleştirerek ücretli emeği ve onunla birlikte sınıf farklılıklarını ortadan kaldırmak için çalışır; bu amaca ulaşmak için uygun olan her önlemi destekler!.." (Engels'in Bebel'e 18-28 Mart 1875 tarihli mektubu)
Politik İktidarı Fethetmek
"[...] Gelecekteki toplumsal devrimin, öteki çok daha önemli amaçlarına ulaşabilmek için, proleter sınıfın ilkin devletin örgütlü politik gücüne sahip olması ve onun yardımıyla kapitalist sınıfın direncini kırıp toplumu yeniden örgütlemesi gerektiğini her zaman belirttik. Bütün bunlar, 1847 tarihli Komünist Manifesto'da, bölüm II'nin sonunda daha önce söylenmişti.“
(Engels'in Philip Van Patten'e 18.4.1883 tarihli mektubu)  Not: Dikkat edin, "devletler"i değil, "devlet"i ele geçirmekten bahsediyor!
Devrimci Maceracılık, 1 Nisan 1902
Sosyal-Demokratlar maceracılığa karşı her zaman uyarıda bulunacaklar ve kaçınılmaz olarak tam bir hüsranla sonuçlanan hayalleri amansızca teşhir edeceklerdir. Devrimci bir partinin ancak devrimci sınıfın hareketine fiilen rehberlik ettiği zaman adına layık olabileceğini akıldan çıkarmamalıyız. Gene, herhangi bir halk hareketinin sayısız biçimlere büründüğünü, durmadan yeni biçimler geliştirdiğini ve eski biçimleri ıskartaya çıkardığını, değişiklikler getirdiğini ya da eski ve yeni biçimlerin yeni bileşimlerini yarattığını hiç unutmamalıyız.
Kitleleri Silahlandırmak
Mücadelenin araçlarının ve metotlarının oluşturulması sürecine faal olarak katılmak, görevimizdir. Öğrenci hareketi şiddetlendiğinde, biz işçilere öğrencilerin yardımına koşmaları için çağrıda bulunmaya başladık. Ama bunu, gösterilerin biçimlerini önceden kestirmeye kalkışmadan, bu gösterilerin derhal bir güç aktarmasıyla ve zihinlerin aydınlanmasıyla sonuçlanacağını ya da özel bir kıvraklığı vaadetmeden yaptık. Gösteriler güçlendiğinde, gösterilerin örgütlenmesi ve kitlelerin silahlandırılması için çağrıda bulunmaya başladık ve bir halk ayaklanması hazırlama görevini öne sürdük.
Şiddet ve Terörizm
Şiddet ve terörizmi ilke olarak asla reddetmeksizin, kitlelerin doğrudan katılışını sağlayabilecek ve bu katılışı teminat altına alabilecek şiddet biçimlerinin hazırlanması için çalışılmasını istedik. Bu görevin zorluklarına gözümüzü kapamıyoruz. Aksine, bu meselenin "belirsiz ve uzak bir geleceğe" ait olduğu yolundaki itirazlara aldırmadan, bu görevi yerine getirmek için kararlılıkla ve sebatla çalışacağız. Evet, beyler, biz hareketin sadece geçmişteki biçimlerini değil, gelecekteki biçimlerini de savunuyoruz.
Mahkum Edilenleri Tekrarlamamak
Biz, geçmişte mahkum edilmiş şeylerin "kolay" bir tekrarını değil, gelecek vaadeden uzun ve çetin bir çalışmayı tercih ediyoruz. Biz, malum dogmalara karşı lafta savaş açan, ama fiiliyatta güç aktarma, büyük iş, küçük iş ayırımı ve elbette, tek tek çarpışmalar teorileri gibi küflenmiş ve zararlı görüşleri savunanları her zaman teşhir edeceğiz.
Propaganda ve Ajitasyon
Rusya’nın bugün içinde bulunduğu siyasi koşullar ve işçi kitlelerinin bugünkü gelişme düzeyi, işçiler arasında yapılacak propaganda çalışmasına sıkı sıkıya bağlı ajitasyon çalışmasını doğal olarak ön plana çıkarmaktadır. İşçiler arasında ajitasyon yapmak, Sosyal-demokratların, işçi sınıfının bütün kendiliğinden mücadelelerine ve işçilerle kapitalistler arasında işgünü, ücretler, çalışma koşulları vb. konusunda patlak veren bütün çatışmalara katılmaları anlamına gelir.
İşçilerin Hayatının Günlük Sorunları
Görevimiz; faaliyetlerimizi işçilerin hayatının bütün günlük sorunlarıyla birleştirmek, bu sorunların üstesinden gelebilmelerinde işçilere destek olmak, onların dikkatini en ağır haksızlıklara çekmek, işçilerin patronlara karşı taleplerini daha somut ve amaca en uygun biçimde ifade etmelerine yardımcı olmak, işçiler arasında dayanışma bilincini ve dünya proletarya ordusunun bir parçası olan birleşik bir işçi sınıfı olarak Rusya işçilerinde, çıkarlarının ve davalarının bir olduğu bilincini geliştirmektir.
Ajitatör Kadrosu- Rapor Sistemi
İşçiler arasında eğitim çevreleri örgütlenmesi, bu çevrelerle merkezi Sosyal-demokrat grup arasında düzenli gizli ilişkinin sağlanması, işçi yayınlarının basılıp dağıtılması, işçi hareketlerinin bütün merkezlerinde bir rapor verme sisteminin örgütlenmesi, ajitasyon amacıyla bildiri ve çağrıların basılıp dağıtılması ve tecrübeli bir ajitatör kadrosunun yetiştirilmesi; genel hatlarıyla, Rusya Sosyal-demokrasisinin sosyalist faaliyetinin alacağı biçimler bunlardır.     
Lenin, Ne Yapmalı
      Kaynaşmış bir grup halinde, sarp ve zorlu bir yolda, birbirimizin ellerine sıkı sıkıya sarılmış olarak ilerliyoruz. Düşman tarafından her yandan sarılmış durumdayız ve bunların ateşi altında hemen hemen hiç durmadan ilerlemek zorundayız. Özgürce benimsediğimiz bir kararla, düşmanla savaşmak amacıyla, daha başında kendimizi tek başına bir grup olarak ayırdığımız için ve, uzlaşma yolu yerine mücadele yolunu seçmiş olduğumuz için bizi suçlayan kimselerin bulunduğu yakınımızdaki bataklığa çekilmemek amacıyla birleşmiş bulunuyoruz. Ve şimdi aramızdan bazıları şöyle bağırmaya başlıyorlar: gelin bataklığa gidelim! Ve onları ayıplamaya başladığımız zaman da, karşılıkları şu oluyor: ne geri insanlarsınız!
Ama bir akım hakkında, o akımın temsilcilerinin kendileri için söylediklerinden başka bir şeye dayanmayan bir yargıdan daha "yüzeysel" bir şey düşünülebilir mi?
Kiminle Çalışmalıyız?
Ama böyleleri tamamıyla yanılmaktadırlar. Güvenilmez kimselerle bile olsa, geçici ittifaklara girmekten korkanlar, ancak kendisine güvenemeyenlerdir; böyle ittifaklar olmasaydı tek bir siyasal parti varolamazdı.
(S.25)
Teorik Çalışma
Şimdi şu sorun ortaya çıkıyor: Rus "eleştiriciliği"nin ve Rus bernştayncılığının kendine özgü özelliği bu olduğuna göre, oportünizme yalnız sözle değil, eylemle karşı durma çabasını göstermiş olanların görevi ne olmalıydı? Birincisi, legal marksizm döneminde henüz başlamış olan ve yeniden yeraltında çalışan yoldaşların omuzuna yüklenen teorik çalışmayı başlatma çabalarına girişmeliydiler. Böyle bir çalışma olmaksızın hareketin başarılı bir biçimde büyümesi olanaksızdı.
Programımızı Savunmak
İkincisi, halkın kafasını geniş ölçüde karıştıran legal "eleştiricilik"e karşı etkin olarak mücadeleye girişmeliydiler. Üçüncüsü, programımızı ve taktiklerimizi aşağılama yolundaki her türlü bilinçli ya da bilinçsiz çabanın içyüzünü açığa çıkararak ve çürüterek pratik hareketteki fikir kargaşalığına ve sallantılara etkin biçimde karşı durmalıydılar.
  Böylece, görüyoruz ki, düşünce kemikleşmesine vb. karşı üst perdeden söylenen sözler, teorik düşüncenin gelişmesi konusundaki ilgisizliği ve çaresizliği gizlemektedir.
Teoriden Özgür Olmak!
Rus sosyal-demokratlarının durumu, genel olarak Avrupa'daki (çok önceleri Alman Marksistleri tarafından da belirtilen) bir olguyu, yani o pek övülen eleştiri özgürlüğünün bir teorinin yerine bir başkasının konması demek olmayıp, bu türden bütünleşmiş ve işlenmiş teoriden özgür olmak anlamına geldiğini; seçmecilik ve ilke yoksunluğu anlamına geldiğini açıkça göstermektedir.
Teorik Düzeyin Düşmesi
Hareketimizin gerçek durumuyla az çok tanışıklığı olanlar, Marksizmin geniş bir biçimde yaygınlaşmasının yanında, teorik düzeyin belli ölçüde düşmekte olduğunu görmemezlik edemezler. Pek çok insan, çok az bir teorik eğitimle, hatta hiç eğitilmeden, hareketin pratik önemi ve pratik başarıları yüzünden, harekete katılmışlardır.
Teorik Ödün Verilemez!
Eğer birleşmek zorundaysanız, diye yazıyordu parti liderlerine Marx, hareketin pratik amaçlarını karşılayacak anlaşmalara girin, ama ilkeler konusunda herhangi bir pazarlığa izin vermeyin, teorik "ödünler" vermeyin. Marx bu düşüncede idi, ve hâlâ aramızda -onun adına- teorinin önemini küçümseme yolunu arayan kimseler var!
     
Devrimci teori olmadadan, devrimci hareket olamaz.
Öteki Ülkelerin Deneyimlerinden Yararlanmak
İkincisi, sosyal-demokrat hareket, özünde, uluslararası bir harekettir. Bu, sadece ulusal şovenizmle savaşmak zorunda olduğumuz demek değil, genç bir ülkede yeni bir hareketin ancak öteki ülkelerin deneyimlerinden yararlanacak olursa başarılı olabileceği demektir de. Bu deneyimlerden yararlanmak için bunları salt tanımak ya da yalnızca en son kararlarını kopya etmek yetmez. Gerekli olan, bu deneyimleri eleştirici bir tutumla ele almak ve bunları bağımsız olarak sınamadan geçirmektir.
   Şu noktada, yalnızca, öncü savaşçı rolünün ancak en ileri teorinin kılavuzluk ettiği bir parti ile yerine getirilebileceğini belirtmek istiyoruz.
Mücadelenin Üç Biçimi
Engels, sosyaldemokrasinin büyük mücadelesinin, aramızda olduğu gibi iki biçimini (siyasal ve iktisadi) değil, teorik mücadeleyi ilk ikisi ile bir tutarak üç biçimini kabul ediyor.
Teorik Sorunlarda Derinleşmek
Önderlerin ödevi, özellikle, bütün teorik sorunlar üzerinde gitgide daha çok bilgi edinmek, günü geçmiş dünya görüşlerinin geleneksel lakırdılarının etkisinden kendilerini gitgide daha çok kurtarmak, ve sosyalizmin bir bilim durumuna geldiğinden bu yana, bir bilim olarak yürütülmek, yani irdelenmek istediğini hiç mi hiç unutmamak olacaktır.
Parti Örgütünü Sağlamlaştırmak
Buna göre, böylece kazanılan gitgide daha açık görüşleri, işçi yığınları arasında artan bir çabayla yaymak, ve parti ve sendikalar örgütünü gitgide daha güçlü bir biçimde sağlamlaştırmak önem kazanacaktır.
Fedakarlık, Kararlılık ve Tutku
Bu görevin yerine getirilmesi, yalnızca Avrupa gericiliğinin değil, (şimdi denebilir ki) Asya gericiliğinin de bu en güçlü kalesinin yıkılması, Rus proletaryasını, uluslararası devrimci proletaryanın öncüsü yapacaktır. Ve biz, bin kez daha geniş ve daha derin olan hareketimizi, aynı fedakâr kararlılık ve tutkuyla başlatacak olursak, öncellerimizin, yetmişlerin devrimcilerinin, kazanmış bulundukları bu onurlu unvanı elde edeceğimize güvenme hakkına sahip olacağız.
Devrimci Liderlerin Bilinç Yoksunluğu
Gerçekten, öyle sanıyoruz ki, bugünkü hareketin gücünün, yığınların, (özellikle sanayi proletaryasının) uyanmasında olduğundan ve zayıflığının da devrimci liderler arasında bilinç ve inisiyatif yokluğundan ileri geldiğinden şimdiye kadar kimse kuşku duymamıştır.
Kendiliğinden Bir Unsur Olarak Grev
Bir önceki bölümde, Rusya'nin eğitim görmüş gençliğinin doksanların ortalarında marksizmin teorilerini genel olarak nasıl yuttuğunu belirttik. Aynı dönemde, ünlü 1896 St. Petersburg sanayi savaşını izleyen grevler, aynı şekilde genel bir niteliğe büründü. Bunların bütün Rusya'ya yayılması, daha yeni uyanmakta olan halk hareketinin derinliğini açıkça gösterdi, ve eğer "kendiliğinden unsurdan" sözedeceksek, o halde, hiç kuşkusuz, kendiliğinden olarak kabul edilmesi gereken şey, her şeyden önce bu grev hareketidir.
Ama kendiliğindenlik vardır, kendiliğindenlik vardır. Yetmişlerde ve altmışlarda (ve hatta 19. yüzyılın ilk yarısında) Rusya'da grevler oldu, ve bunlara makinelerin vb.'nin "kendiliğinden" tahribi eşlik etmişti.
Tohum Halindeki Bilinç
Bu "başkaldırmalarla" karşılaştırıldığında doksanların grevleri, bu dönemde işçi sınıfı hareketinin yaptığı ilerlemeyi belirtmesi ölçüsünde, "bilinçli" diye bile tanımlanabilirdi. Bu da göstermektedir ki, "kendiliğinden unsur", özünde, tohum halindeki bir bilinçlenmeden başka bir şey değildir.
Mücadele ve Öç Alma
İlkel başkaldırmalar bile, bilinçliliğin belli bir ölçüde uyanmış olduğunu ifade ediyordu. İşçiler, kendilerini ezen sistemin kalıcılığına ilişkin çağlar boyu sürüp gelen inançlarını kaybediyorlardı... otoriteye kölece boyuneğmeyi kesin bir biçimde terkederek ortak direnmenin gereğini, anlamaya demeyeceğim ama, hissetmeye başlıyorlardı. Ama bu gene de bir mücadele niteliğinden çok, umutsuzluk ve öç alma patlamaları niteliğindeydi.
Doksanların grevleri, bilinçliliğin çok daha büyük parıltılarını açığa vuruyordu; belirli istemler ileri sürülmüştü, grevin zamanı iyi seçilmişti, başka yerlerdeki durumlar ve örnekler üzerinde tartışılmıştı vb…
Başkaldırmalar ezilenlerin sadece direnmeleriydi, oysa sistemli grevler tohum halindeki sınıf mücadelesini temsil ediyordu, ama yalnızca tohum halindeki. Kendi başlarına alındıklarında, bu grevler, salt sendika mücadeleleriydi, henüz sosyal-demokrat mücadeleler değillerdi.
Bunlar işverenlerle işçiler arasında uyanmaya başlayan düşmanlıkları gösteriyordu, ama işçiler, kendi çıkarlarının, modern siyasal ve toplumsal sisteminin tümüyle uzlaşmaz bir biçimde çatıştığının bilincinde değillerdi ve olamazlardı da, yani onların bilinci henüz sosyal-demokrat bir bilinç değildi. Bu anlamda, doksanların grevleri, "başkaldırmalarla" karşılaştırıldığında çok büyük bir ilerlemeyi temsil etmelerine karşın, salt kendiliğinden bir hareket olarak kaldı.
İşçiler arasında sosyal-demokrat [komünist bilinç- ST] bilincin olamayacağını söyledik. Bu bilinç onlara dışardan getirilmeliydi. Bütün ülkelerin tarihi göstermektedir ki, işçi sınıfı, salt kendi çabasıyla sadece sendika bilincini, yani sendikalar içerisinde birleşmenin, işverenlere karşı mücadele etmenin ve hükümeti gerekli iş yasalarını çıkarmaya zorlamanın vb. gerekli olduğu inancını geliştirebilir.
Oysa sosyalizm teorisi, mülk sahibi sınıfların iyi eğitim görmüş temsilcileri tarafından, aydınlar tarafından geliştirilen, felsefi, tarihsel ve iktisadi teorilerden doğup gelişmiştir. Toplumsal konumlarıyla, modern bilimsel sosyalizmin kurucuları Marx ve Engels de, burjuva aydın tabakasına mensupturlar.
Tam aynı yolda, Rusya'da sosyal-demokrasinin teorik ögretisi, işçi sınıfı hareketinin kendiliğinden gelişmesinden tamamen bağımsız olarak doğmuştur; devrimci sosyalist aydın tabaka arasındaki düşünce gelişmesinin doğal ve kaçınılmaz bir sonucu olarak doğmuştur. Sözünü etmekte olduğumuz dönemde, doksanların ortalarında, bu öğreti yalnızca Emeğin Kurtuluşu grubunun tam olarak formüle ettiği programını temsil etmekle kalmamış, Rusya'daki devrimci gençliğin çoğunluğunu da kendi yanına kazanmış bulunuyordu.
Devrimcilerin çoğunluğunun eğitimden yoksun oluşu, bu tümüyle doğal olgu, herhangi bir özel korku yaratamazdı. Bir kez görevler doğru bir biçimde belirlenince, bir kez bu görevleri gerçekleştirmek yolunda yinelenen girişimler için enerji olunca, geçici başarısızlıklar sadece küçük talihsizlikleri temsil ediyordu.
Devrimci deneyim ve örgütsel yetenek elde edilebilecek şeylerdir, yeter ki bunları elde etme isteği olsun, yeter ki, eksiklikler kabul edilsin, devrimci eylemde bu eksikliklerin kabul edilmesi bunların yarı yarıya giderilmesi demektir.

Ama bu bilinç (ki bu, sözü edilen grubun üyeleri arasında çok canlı idi) sönmeye başladığında, eksikliklere erdemler olarak bakmaya hazır, hatta
kendiliğindenlik önünde kölece boyuneğişlerine teorik bir temel bulmaya çalışan kimseler —ve hatta sosyal-demokrat organlar— boy göstermeye başladığında, sadece ufak-tefek talihsizlikler olan şeyler, başlıbaşına talihsizlikler haline geldi. Bu eğilimden, içeriği yanlış olarak ve çok dar bir biçimde ekonomizm olarak nitelenen bu eğilimden, sonuçlar çıkarmanın zamanıdır.
 Siyasal bilinç, kendiliğindenlik —Bay V. V.'nin "fikirlerini" yineleyen "sosyal-demokratların" kendiliğindenliği, bir rubleye bir kopek katmanın her türlü sosyalizmden ve siyasetten daha değerli olduğu ve "gelecek kuşaklar için değil de kendileri ve çocukları için savaştıklarını bilerek savaşmaları" gerektiği (Raboçaya Mysıl, n° 1, başyazı) yolundaki savlarla kandırılan işçilerin kendiliğindenliği— tarafından tümüyle boğulmuştu.
Birincisi, yukarda değindiğimiz siyasal bilincin kendiliğindenlik tarafından boğulması da, kendiliğinden oldu. Bu bir sözcük oyunu gibi görünebilir, ama ne yazık ki acı gerçek budur.
Bu, birinin ötekine üstün geldiği, birbirlerine tamamen karşıt iki görüş arasındaki açık bir mücadelenin bir sonucu olarak olmamıştır, bu, giderek daha çok "eski" devrimcinin jandarma tarafından "koparılıp alınması" ve giderek daha çok sayıda "Rus sosyal-demokrasisinin" "genç" "V. V.'lerinin" sahnede gözükmesi olgusu yüzünden olmuştur.
Bu, Raboçaya Mysıl'ın, daha hemen başında —bilinçsiz olarak—, Credo'nun programını uygulamaya başladığını göstermektedir. Bu, (Raboçeye Dyelo'nun kavrayamadığı bir şeyi) işçi sınıfı hareketinin kendiliğindenliğinin her türlü putlaştırılmasının, "bilinçli unsurun" sosyal-demokrasinin rolünün her türlü küçümsenmesinin, bunu küçümseyenin onu isteyerek yapıp yapmamasından tamamen bağımsız olarak, işçiler üzerinde burjuva ideolojisinin etkisini güçlendirmek anlamını taşıdığını göstermektedir.
Bütün bu "ideolojinin öneminin abartılması" konusunda, bilinçli unsurun rolünün abartılması vb. konusunda söz edenler, katıksız ve yalın işçi hareketinin, eğer işçiler yalnızca "kendi yazgılarını liderlerinin ellerinden kurtarılırlarsa", kendisi için bağımsız bir ideolojiyi geliştirebileceğini ve geliştireceğini düşünmektedirler. Ama bu derin bir yanılgıdır.
 Çalışan yığınların hareketlerinin süreci içerisinde kendi başlarına formüle edecekleri bağımsız bir ideolojiden söz edilemeyeceğine göre, tek seçenek şu oluyor —ya burjuva ideolojisi, ya da sosyalist ideoloji.
İkisi arasında bir orta yol yoktur (çünkü insanlık "üçüncü" bir ideoloji yaratmamıştır ve ayrıca da sınıf karşıtlıklarıyla parçalanmış bir toplumda sınıf-dışı ya da sınıf-üstü bir ideoloji sözkonusu olamaz).
Öyleyse, herhangi bir biçimde sosyalist ideolojiyi küçümsemek, ona birazcık olsun yan çizmek, burjuva ideolojisini güçlendirmek anlamına gelir. Kendiliğindenlikten çok söz edilmektedir.
Ama işçi sınıfı hareketinin kendiliğinden gelişmesi, onun burjuva ideolojisine tabi olmasına, Credo programı doğrultusunda gelişmesine yol açar; çünkü kendiliğinden işçi sınıfı hareketi, trade-unionculuktur, Nur-Geurerkschaftlerei'dir, ve trade-unionculuk, işçilerin burjuvaziye ideolojik köleliği demektir.
Demek oluyor ki, görevimiz, sosyal-demokrasinin görevi, kendililindenliğe karşı savaşmak, işçi sınıfı hareketini burjuvazinin kanatları altına sokmak yolundaki bu kendiliğinden trade-unioncu çabadan uzaklaştırmak, ve devrimci sosyal-demokrasinin kanadı altına sokmaktır.
İskra, n° 12'de yayınlanan ekonomist mektubun yazarları tarafından kullanılan, en güçlü ideologların işçi sınıfı hareketini maddi öğelerin karşılıklı etkileşimi ve maddi ortamla belirlenmiş yolundan uzaklaştırma çabalarının başarısızlığa uğradığı yolundaki sözleri, bu nedenle, sosyalizmden vazgeçmeyle aynı şeydir.
Eğer bu yazarlar, yazın ve toplumsal faaliyet alanına giren herkesin yapması gerektiği gibi, ne söylediklerini korkusuzca, tutarlı bir biçimde ve derinlemesine değerlendirebilselerdi, onlar için "o işe yaramaz kollarını boş göğüsleri üzerinde bağlamak" ve eylem alanını, işçi sınıfı hareketini "en az direnme çizgisine" doğru, yani burjuva trade-unionculuğu çizgisine doğru çeken Struve'lere, Prokopoviç'lere, ya da bu hareketi kilise ve jandarma "ideolojisi" çizgisine doğru çeken Zubatov'lara terk etmekten başka yapacakları bir şey kalmazdı.
Ama niye, diye soracaktır okur, kendiliğinden hareket, en az direnme çizgisini izleyen hareket, burjuva ideolojisinin egemenliğine yol açıyor? Şu basit nedenle ki, burjuva ideolojisi köken bakımından sosyalist ideolojiden çok daha eskidir, çok daha gelişkindir, ve boy ölçüşemeyecek kadar daha çok yayılma olanaklarına sahiptir.
Ve herhangi bir ülkede sosyalist hareket ne denli genç ise, sosyalist olmayan ideolojiyi güçlendirme yolundaki bütün girişimlere karşı o denli gayretli mücadele verilmeli, ve işçiler o denli kararlı bir biçimde, "bilinçli unsurun abartılması" vb.'ye karşı feryat eden kötü danışmanlara karşı uyarılmalıdır.
Ekonomist mektubun yazarları, Raboçeye Dyelo ile birlik içinde, hareketin çocukluğunun özelliği olan hoşgörüsüzlüğe sövüp saymaktadır.
Buna bizim yanıtımız şudur: evet, hareketimiz gerçekten de çocukluk dönemindedir, ve onun daha hızla büyümesini sağlamak için, kendiliğindenliğe yaltaklanmalarıyla onun büyümesini geciktirenlere karşı hoşgörüsüzlükle dolu olmalıdır.
Hiç bir şey, çok uzun süre önce mücadelenin her türlü kesin aşamalarını geçirmiş olan "ustalar" olma havasına bürünmemiz kadar gülünç ve zararlı olamaz.
Üçüncüsü, Raboçaya Mysıl'ın ilk sayısı "ekonomizm" teriminin (elbette ki, biz, bu ifade şu ya da bu yolda kendini kabul ettirmiş olduğuna göre, onun terkedilmesini önermiyoruz) bu yeni akımın gerçek niteliğine tam olarak uymadığını gösteriyor. Raboçaya Mysıl, siyasal mücadeleyi tümden reddetmiyor; ilk sayısında yayımlanan işçilerin yardım sandığının tüzüğü, hükümete karşı [sayfa 56] mücadele etmekten sözetmektedir.
Ne var ki, Raboçaya Mysıl "siyasetin ekonomiyi itaatle izlediğine" inanmaktadır (Raboçeye Dyelo, programında "Rusya'da ekonomik mücadelenin siyasal mücadeleden, herhangi başka bir ülkeden çok daha fazla ayrılamaz olduğunu" ileri sürdüğünde bu tezi değişikliğe uğratmaktadır).
Siyaset vardır, siyaset vardır. Böylece görüyoruz ki, Raboçaya Mysıl siyasal mücadelenin kendiliğindenliğine, bilinçsizliğine boyun eğdiği ölçüde, siyasal mücadeleyi yadsımıyor.
Bizzat işçi sınıfı hareketinden kendiliğinden çıkan siyasal mücadeleyi (daha doğrusu işçilerin siyasal istek ve istemlerini) tümüyle kabul ederken, sosyalizmin ve Rusya'nın günümüz koşullarının genel görevlerine uygun düşen özel bir sosyal-demokrat politikanın bağımsız olarak ortaya çıkarılmasını kesenkes reddediyor. Daha ilerde Raboçeye Dyelo'nun da aynı yanılgılara düştüğünü göstereceğiz.
Yeni bir şey söylediğine inanan inançlı herkes “ateşli” bir üslupla yazar ve görüşlerini yüreklilikle belirtir ve savunur. Ancak iki tarafı idare edenler “ateşli” üsluptan yoksundurlar; ancak böyleleri, bir gün Raboçya Mysıl’ın ateşini överken, ertesi gün onun hasımlarının “ateşli polemiğine” saldırabilirler.
Özlemi duyulacak olan savaşım, olanaklı olan savaşımdır ve olanaklı olan savaşım belli bir anda verilmekte olan savaşımdır. Bu, kendini edilgen olarak kendiliğindenliğe uyduran sınırsız oportünizm eğiliminin ta kendisidir.
Birçok Rus sosyal-demokratının, inisiyatif ve enerji yoksunluğundan, “siyasal propaganda, ajitasyon ve örgütlenme alanının” yetersizliğinden, devrimci çalışmanın daha geniş ölçüde örgütlendirilmesi için “planların” yokluğundan yakındıkları bir sırada, böyle bir zamanda, “plan-olarak-taktiklerin Marksizmin özüyle çeliştiğini” ilan etmek, yalnızca Marksizmi teori alanında kabalaştırmak değil, pratikte de partiyi geriye doğru sürüklemek demektir.
Raboçeye Dyelo vaızına şöyle devam ediyor:
“Devrimci sosyal-demokratın görevi, yalnızca, kendi bilinçli çalışmasıyla nesnel gelişmeyi hızlandırmaktır, bu gelişmeyi ortadan kaldırmak, ya da kendi öznel planlarını bunun yerine koymak değildir. İskra bütün bunları teoride bilir;
ama, Marksizmin bilinçli devrimci çalışmaya haklı olarak yüklemiş olduğu büyük önem, İskra’yı, uygulamada taktikler konusundaki doktriner görüşleri yüzünden, gelişmenin nesnel ya da kendiliğinden unsurunun önemini küçümsemeye sürüklemektedir.” (s. 18)
Bay V. V. Ve ortaklarına layık olağanüstü bir teorik kargaşalığın bir başka örneği. Filozofumuza şunu sormak isteriz: Öznel planlar hazırlayan bir kimse, nasıl olur da nesnel gelişmeyi “küçümseyebilir”?
Bu ancak, nesnel gelişmenin bazı sınıfları, katman ya da grupları, bazı ulusları ya da ulus gruplarını vb. yarattığını ya da güçlendirdiğini, yıktığını ya da zayıf düşürdüğünü ve böylelikle nesnel gelişmenin güçler arasında belirli bir uluslar arası siyasal mevzilenmeyi, ya da devrimci partiler tarafından takınılan tutumu vb. belirlediği gerçeğini gözden kaçırmakla olabilir.
Eğer planları hazırlayan bunu yaptıysa, onun suçu kendiliğinden unsuru küçümsemek olmayacak, tersine, bilinçli unsuru küçümsemek olacaktır; çünkü o zaman, plan hazırlayıcının nesnel gelişmeyi anlamada gerekli “bilinçten” yoksun olduğunu göstermiş olacaktır.
Onun için kendiliğindenlikle bilinçliliğin “göreli öneminin değerlendirilmesi” konusundaki bu sözlerin kendisi tam bir “bilinç” yoksunluğunu açığa vurmaktadır. Eğer “gelişmenin” bazı “kendiliğinden unsurları”, genel olarak, insan bilinci tarafından kavranabiliyorsa, bu durumda bunların yanlış değerlendirilmesi, “bilinçli unsurun küçümsenmesi” ile aynı şey olacaktır.
D.N: Şu da unutulmamalıdır ki, terör sorununu “teorik bakımdan” çözüme bağlarken, Emeğin Kurtuluşu grubu, daha önceki devrimci hareketlerin deneyimini genelleştirmiştir.
Teori, genelleşmiş gerçekliktir.
Ama sosyal-demokrasinin işlevi, kendiliğinden hareketin üzerinde dolaşan bir “ruh” olmak ve bununla yetinmeyip bu hareketi “kendi programı” düzeyine yükseltmek değildir de nedir? Bu işlev, herhalde hareketin kuyruğunda sürüklenmek olamaz; bu, en iyi durumda bile harekete hiçbir yarar sağlamaz ve en kötüsü hareket için son derece zararlı olur.
Ama Raboçeye Dyelo, yalnızca bu “süreç-olarak-taktikler”i izlemekle kalmıyor, onu, ilke düzeyine yükseltiyor, öyle ki, bu gazetenin eğilimini oportünizm olarak değil (kuyruk sözcüğünden gelen) kuyrukçuluk olarak nitelendirmek daha doğru olacaktır.
Ve teslim etmek gerekir ki, hareketi arkadan izlemeye, onun kuyruğu olmaya azmetmiş olan kimseler, “gelişmenin kendiliğinden unsurunu küçümsemeye” karşı, kesin olarak ve sonsuza dek güvence altına alınmışlardır.
Ve böylece, Rus sosyal-demokrasisinde, “yeni akım” tarafından işlenen temel hatanın, bu akımın kendiliğindenliğe boyun eğmesi ve yığınların kendiliğindenliğinin biz sosyal-demokratlardan yüksek derecede bir bilinç gerektirdiğini anlayamamış olduğu sonucuna varmış bulunuyoruz.
Yığınların kendiliğinden kabarışı, ne kadar büyük ve hareket de ne kadar yaygın olursa, sosyal-demokrasinin teorik, siyasal ve örgütsel çalışması için daha yüksek bir bilinç göstermesi gereği de o ölçüde artar.
Rusya’da yığınların kendiliğinden kabarışı, öyle büyük bir hızla gelişti (ve halen de gelişmektedir) ki, genç sosyal-demokratların bu devasa görevleri yerine getirmekte hazırlıksız oldukları ortaya çıktı.
Bu hazırlıksızlık, hepimizin ortak talihsizliğidir, bütün Rus sosyal-demokratlarının talihsizliğidir. Yığınların kabarışı kesintisiz bir süreklilikle gelişti ve yayıldı; yalnızca başladığı yerlerde devam etmekle kalmadı, yeni yörelere, toplumun yeni katlarına yayıldı (işçi sınıfı hareketinin etkisi ile öğrenci gençlik arasında, genel olarak aydınlar arasında ve giderek köylüler arasında yeniden kaynaşmalar oldu).
Ama devrimciler bu kabarışın gerisinde kaldılar, hem “teorileriyle”, hem de eylemleriyle gerisinde kaldılar; onlar bütün harekete yön verebilecek olan değişmez ve sürekli bir örgüt kuramadılar.
Bundan sonraki bölümlerde kendiliğindenliğe bu boyun eğişin, siyasal görevler alanında ve sosyal-demokrasinin örgütsel çalışmasında nasıl ifadesini bulduğu göstereceğiz.
Büyük olayların tam ortasında doğru kararlar, gözünü devrime dikmiş olan, bunun hazırlığını yapan, yolunu şaşırmayan bir devrimci parti tarafından, çok yönlü bakma alışkanlığı olan ve eylemden korkmayan bir parti tarafından alınabilir.
Parti devrimi iradi olarak yaratmaz; iktidarı zapt etmek için istediği anı seçmez; fakat olaylara etkin bir şekilde müdahale eder, devrimci kitlelerin ruh haline her an nüfuz eder. Düşmanın direnç gücünü değerlendirir, ve böylece nihai eylem için en uygun anı belirler. Bu onun görevinin en zor tarafıdır. Partinin her durum için geçerli bir kararı yoktur. Gereken doğru bir teori, kitlelerle yakın bir irtibat, durumu kavramak, devrimci algı ve muazzam bir kararlılıktır. Bir devrimci parti proleter mücadelenin bütün etki alanlarına ne kadar iyi nüfuz ederse, amaç ve disiplin birliğiyle ne kadar bütünleşmiş olursa, görevini yerine getirme başarısına da bir o kadar çabuk ve iyi erişecektir.
Parti konjonktürü ve anı ne kadar iyi kavrarsa, direnişin dayanak noktaları ne kadar iyi hazırlanırsa, gücün ve rollerin dağıtımı ne kadar iyi yapılırsa, başarı da bir o kadar kesin olacak ve bir o kadar az kurban verilecektir. İtinayla hazırlanmış bir eylem ve kitle hareketinin karşılıklı ilintisini kurmak, iktidarı ele geçirmenin politik-stratejik görevidir. 59
Petrograd’da ise olaylar farklı gelişti. Parti her yerde kendi insanlarını bulundurarak, her mevziyi sağlamlaştırarak, işçilerin bir yandan garnizonla, diğer yandan hükümetle aralarındaki her yarığı genişleterek, iktidarı ele geçirmeye doğru azimle ve kararlılıkla hareket etti. 59
Seçilebilirlik, demokratik yöntem, proletarya ve onun partisinin elindeki araçlardan sadece biridir. Seçilebilirlik hiçbir şekilde bütün dertlerin devası bir fetiş olamaz. Seçilebilirlik yöntemleri atama yöntemleri ile birleştirilmelidir.
Politik bir teşhis astronomik bir teşhisle aynı duyarlılıkta olamaz. Gelişmenin genel çizgisini doğru belirtiyorsa ve içinde temel çizginin kaçınılmaz olarak sağa ya da sola kaydığı olayları gerçek akışında doğru yönelişi almaya yardım ediyorsa bu teşhis yeterlidir.
Ancak insan bilinci bütünüyle edilgin olarak içinde bulunduğu nesnel koşulları yansıtmaz. Onlara etkin olarak tepki vermeye alışkındır. Belli zamanlarda bu tepki gerilimli tutkulu ve kitlesel bir karaktere bürünür. Doğru olan ve olası olan arasında engeller kalkar. Kitlelerin tarihsel olaylara etkin müdahalesi aslında bir devrimin olmazsa olmaz unsurudur.
Fakat emekçi kitleler farklı bir konumdadır; uzun zamandır almadan vermeye alışmışlardır. Çalışırlar, olabildiğince sabırlıdırlar, umut ederler, sabırları taşar, ayağa kalkarlar ve mücadele ederler, ölürler, başkalarına zafer kazandırırlar, ihanete uğrarlar, umutsuzluğa düşerler boyun eğerler ve çalışmaya devam ederler. İşte halk kitlelerinin tarihi, hangi rejim altında olurlarsa olsunlar, böylesi bir tarihtir. İktidarı kararlı ve mutlak bir biçimde ele geçirmek için proletarya, düşüncesinin berraklığında ve devrimci kararlığında diğer partilere baskın gelen bir partiye gereksinim duyar.
Şuna inandım ve hala inanmaktayım; muhafazakâr politikalardan ayrı olarak devrimci politikalar örtbas etme zemininde inşa edilemez. “Olan biteni açık konuşmak”, işçi devletinin en yüce ilkesi olmalıdır.
Bilimsel düşünce sanatı niceliğin niteliğe tam olarak nerede dönüştüğünü belirleyebilmektir.
Kavramların doğru kullanımı bizi şematizme sürüklenmekten korur ve bizi ilgilendiren olguları somut biçimde karakterize etmemizi sağlar. Böylece olgu yalıtılmış halde, tekil olarak değil, kendisine bağlı başka birçok olgu ile tarihsel bağlarıyla ele alınır.  
Hazır normlar ve gelişmenin canlı süreçlerini bu normlara mekanik olarak uydurarak işleyen bir yapay idealist düşünce biçimi, insanı kolayca coşkudan alıp bezginliğin içine atabilir. Yalnızca bütün varoluşu kendi gelişim sürecinde ve içsel güçlerinin çatışmasında incelemeyi öğreten diyalektik materyalizm bize düşünce ve eylem arasındaki gerekli dengeyi sağlayabilir.
 Her yeni olayı bir öncekine bağlayan ipin ucunu kaçıranlar Marksist çözümlemeyi terk etme riski ile karşı karşıyadırlar.
Biz çalışırız, tartışırız, vargılarımızın doğruluğunu, yanlışlığını var olanın ışığında görmeye çalışırız. Yaptığımız hataları açıkça düzeltir ve yolumuzda ilerleriz. Bilimsel inanç ve bireysel kararlılık Marksizm ve Leninizmin en iyi geleneklerindendir.
Devrim sadece sınıf mücadelesinin keskinleşmesinden doğar; ve devrim,"zafer" garantisini ancak proletaryanın toplumsal işlevlerinde bulabilir; çünkü, tüm toplumsal hayatın temeli üretimdir ve kapitalist sınıfın elindeki üretim araçları ancak proletarya tarafından harekete geçirilebilir. İşte bu nedenle, grev, doğrudan doğruya proletaryanın modern toplumdaki üretici rolünden (toplumsal işlevinden) kaynaklanan bir mücadele yöntemidir. Fiili olarak bir grev örgütlemek, sadece sanayi ve tarım işçilerinin yapabileceği bir şeydir. Genel grevler ve politik kitle grevlerinin devrimci durumlardaki olağanüstü işlevleri bir yana, orta büyüklükte bir grev bile işçilerin özgüveninin güçlenmesi ve sendikanın büyümesi gibi önemli toplumsal sonuçlara yol açabilir. 
Artan yoksulluk, ezilenler ve sömürülenler kitlesinin büyümesi demektir. Bu süreç kendi tamamlayıcısını yaratıyor: sayıca artan, disiplinli, tam da kapitalist üretim sürecinin kendi mekanizmasi tarafından örgütlenmiş, kapitalizmin mezar kazıcısı olan işçi sınıfının isyanı gelişiyor. Proletarya, artık dünya sahnesinde, üretimin kalbindedir. Proletaryanın asıl önemi, büyük ölçekli üretimde oynadığı rolden kaynaklanır.
Tüm toplumsal hayatın temeli üretimdir ve kapitalist sınıfın elindeki üretim araçları ancak proletarya tarafından harekete geçirilebilir. Lakin üretim araçlarını harekete geçirince, toplumsal yaşamın yeniden üretilmesini sağlayan işçi sınıfı, bu araçları hareket etmekten alıkoyma gücüne de aynı derecede sahiptir. Toplumsal hayatın temeli üretim olduğu içindir ki, işçiler şalterleri indirerek tüm hayatı durdurabilirler. Tam da bu yüzden, işçi sınıfı kapitalizmi yok etme yeteneğine sahiptir. İşte bu nedenle öncü sınıf diyoruz işçi sınıfına.
Tarihte, bu denli kolektif hareket etme yeteneğine sahip herhangi bir sınıf var olmamıştır. Dahası, kolektif hareket etmek, işçi sınıfı açısından, bir yetenekten öte bir zorunluluktur. Marx, "Tüm emek sürecinin gerçek kaldiraci bireysel işçi değil, aksine, toplumsal olarak birleşmiş emek-gücüdür" der. Yani, üretim bireyler olarak işçilerin değil, kolektif işçinin eseridir. İşçi sınıfını tanımlayan kolektif hareket etmeye yatkınlık, disiplin ve dayanıklılık, bu sınıfa bizzat kapitalist üretim tarzı tarafindan kazandırılır. işçi sınıfında olup da köylülerde olmayan tam da budur.
Köylü, tarım proleterlerini dâhil etmemek kaydıyla, bireysel üreticidir ve birbirleri ile zorunlu olarak rekabet içindedir. Ürünü, kendi bireysel emeğidir. Köylülerin toplamı, "bireysel köylü kitlesi"ni oluştururken iken, işçiler ancak "kolektif işçi"yi oluşturabilir. İşçi sınıfını, köylülüğün sınıfsal önderi konumuna yükselten de budur. Metal, petrokimya, enerji ve ulaştırma gibi temel sektörlerde yapılan kısmi yahut genel grevler, diğer tüm sektörlerde az ya da çok bir kesinti yaratr. Grevin daha da yayılmasını tetikler. Ve bu eğer zafere ulaşırsa, tüm işçilerin birden yararınadır.
Halbuki belirli bölgelerde, örneğin pamuk toplanmaması, ancak diğer bölgelerdeki pamuk üreticisi kesimlerin daha çok kar etmelerine yol açar. Bu sebeple, işçi sınıfı, kapitalist üretimin doğası gereği, ona karşı kolektif hareket etmeye yatkınken, köylü, yoksullaşırken bile proletaryanın öncülüğünden mahrumsa, kendisini acımasızca yoksulluğa itmekte olan kapitalizme karşı örgütlü bir mücadele veremez.
Bütün bu gerçeklere rağmen unutmamalıyız ki işçiler de "olağan dönemlerde", "olağan" özellikler taşırlar. Sömürüye karşı birlikte verilen mücadele, güçlü dayanışma ve fedakarlık tohumları yaratır. Ancak, her gün derinleşen yoksulluk, işçilerin kendi içlerindeki farklılaşma, burjuva partilerinin ve sendika bürokrasilerinin yozlaştırıcı etkileri, bu tohumların güçlü ağaçlara dönüşmesi sürecini geciktirir.
Burjuvazi, işçi sınıfını masasındaki artıklarla, kendi egemenliğindeki sendikalarla ve de asker-polis kuvvetiyle yolundan alıkoymaya çalışır. Lakin askerin ve polisin, tankını ve panzerini üreten yine işçilerdir. Copu da onlar üretir, gazı da kalkanı da.
Genel grev, işçi sınıfı düşmanlarının elinden, işte bu nedenle, tüm fiziksel gücünü almaya muktedirdir. Sendikalar ise yükselen sınıf hareketi tarafından ya devrimcileştirilecek yahut da yolun kenarına itilecektir. Masadaki artıklara, yani ödünlere gelince, sınıfsal çelişkiler yeterince keskinleştiğinde, uzlaşmanın zemini de yok olur. Çünkü kalıcı uzlaşma, ancak kalıcı ödünlerle mümkün olur.
Lakin kapitalistler tam da sermayenin doğası gereği verdikleri ödünleri, belirli bir süre sonra geri almak zorundadırlar. İşte bu temel gerçeklerden ötürü işçiler, kolektif mücadele deneyimlerinden en temel gereksinimlerinin karşılanmasının bile ancak kapitalist üretimin tarihe karışmasyla mümkün olacağını öğrenir.
Son olarak, işçilerin bir sınıf halindeki davranışı ile tekil bireyler halindeki davranışları arasında, tek bir tuğla ile Çin Seddi arasındakinden daha büyük bir fark vardir. Tek bir tuğlayı, grevinizi zorla bitirmeye çalışan polise fırlatırsanız, tuğlanız ancak polis kalkanına çarparak kırılır. Ama dünyanın tüm polisleri, dünyanın tüm kalkanları ile birleşse, Çin Seddi kafalarına düştüğünde tuzla buz olmaktan kurtulamayacaklardır. Tek tuğla, yani tek işçi, kolektif mücadele içerisinde bireysel kısıtlılıklarını aşar.
Demek ki, işçilerin kendi mücadele deneyimleri, işçiler arasında parçalanamaz bir harç karar. Tuğlayla duvarı örer ve bir "sınıf" haline gelirler. Kısacası, işçi sınıfı hatalar ve yenilgiler pahasına değil, tam da bunlar sayesinde nihai zaferi kazanır. Toplumsal hayatı var eden işçi sınıfı, bu hayatı kendisine cehennem eden kapitalizmi, cehennemin dibine mutlaka gönderecektir!