NÖROBİYOLOJİ, KİŞİLİK KURAMI VE MARKSİZM
Taner Timur
Günümüzün en dikkate değer bilimsel gelişmeleri arasında sayılan
“zihinsel (cognitif) bilimler” alanındaki ilk temeller XIX. yüzyılın
başlarında “Frenoloji ilmi”nin kurulmasıyla atılmıştı. Bu yıllarda
Alman anatomist Franz Joseph Gall insanların çeşitli yetenekleri ile
beyin haritası arasında yakın bir ilişki kuruyor ve -beyin cerrahisinin
gelişmemiş olduğu bir dönemde- kafataslarının fiziki formlarının
incelenmesi suretiyle insan karakterinin açıklanabileceğini ileri
sürüyordu.
Dr. Gall, pozitivist felsefeyle tıbbın birbirini beslediği frenoloji
araştırmalarını geniş kitlelere yaymak için büyük kavgalar verdi; ülke
ve sınır tanımadı; hatta tâbiyet de değiştirdi, Fransız oldu. Ne var ki
Aydınlanma Çağı’nın ürünü olan anatomist doktor çok da şanslı
sayılamazdı. Düşünceleri geniş kitlelerin ilgisini çekse bile tepkiler
de yaratıyor, dini çevrelerin sert saldırısına uğruyordu. Nitekim
Viyana’daki dersleri dine aykırı bulunmuş ve bu yüzden 1802 yılında
yasaklanmıştı. Zaten barınamaz hale geldiği ülkesini terk ederek
Fransa’ya sığınmasının nedeni de buydu. Öte yandan Dr. Gall’ın
“kafatasçı” varsayımları kanıtlanmamış ve siyasal istismara elverişli
statüleriyle bilim çevrelerinde inandırıcı olamıyor, kuşku ile
karşılanıyordu. Althusser’in deyimiyle “ilim adamlarının kendiliğinden
felsefesi” olan materyalizm ise geleneksel çevrelerin şimşeklerini
çekiyor, ülkesine sığındığı III. Napolyon’un bile nefretine yol
açıyordu.
***
18 Nisan 1861’de Dr. Paul Broca, Paris’te, Antropoloji Derneği’nin bir
toplantısında bazı zihni melekelerimizin (örneğin konuşma yeteneğimizin)
beynimizin hangi bölgesinden kaynaklandığını açıklarken hayli farklı
bir zemin üzerinde konuşuyordu. Aradan geçen zamanda tıp ilmi ilerlemiş,
beyin cerrahisi önemli araştırmaların alanı haline gelmişti. Artık Dr.
Broca kürsüde sadece bir anatomi ve fizyoloji uzmanı olarak değil, aynı
zamanda bir beyin cerrahı olarak konuşuyordu. Kendisini nörobiyolojinin
kurucusu yapan buluşu da bu alandaki çalışmalarının ürünüydü.
Dr Broca bu noktaya elbette tek başına gelmemişti. O da tıp ilimlerinde
önemli atılımların beşiği olan Fransız ekolünün parlak temsilcilerinden
biriydi. Zaten temel bulgularını Dr. Gall’in öğrencisi ve Frenoloji
Derneği’nin kurucularından biri olan Dr. J-B. Bouillaud’nun
açıklamalarına borçluydu. Ne var ki bilim tarihi onun ismini benimsedi
ve bilim kurucuları listesine Broca adını kaydetti.
Dr. Broca çağının ilerisinde, cumhuriyetçi fikirlere sahipti. “Irk”,
“cins” gibi kategorilerin değişmez olduğu dogmasına katılmıyor, o da
Darwin gibi evrime inanıyordu. Darwin’in ünlü eserinin yayımlandığı
tarihte, 1859’da, III. Napolyon diktası altında kurduğu Antropoloji
Derneği de bu yüzden hükümetin baskısıyla karşılaşmış, izin almakta
zorlanmıştı. Yine de, zamanın Eğitim Bakanlığı’nın Dernek’te “dine,
topluma ve hükümete aykırı davranışlar”dan kendisini sorumlu tutacağını
ihtar etmesine aldırış etmeden çalışmalarını yürüttü. Kamu sağlığı ve
eğitim konusundaki duyarlılığı ve bu alandaki etkinlikleri de bu
çalışmalar içinde yer alıyordu.
Ne var ki, tüm ileri fikirlerine rağmen, Dr. Broca çağdaş rasyonalizmin
ırkçı ve seksist fantezilerinden de tamamen sıyrılmış değildi. Örneğin,
Dr. Broca’nın beyin hacmiyle zeka arasında kurduğu, fakat
kanıtlayamadığı ilişkinin, kurucusu olduğu Dernek’te “beyaz ırk”ın
üstünlüğünü savunanlara malzeme olduğunu biliyoruz. Oysa Lord Byron’un
beyninin 2 200 gram olmasına karşılık, XIX. yüzyılın en ansiklopedik
kafalarından Anatole France’ın beyninin sadece 1 017 gram çekmesi, başlı
başına bu iddianın gülünçlüğünü ortaya koyuyordu. Buna rağmen Dr.
Broca’nın kendisi de yüzlerce insan beynini inceledikten ve tarttıktan
sonra erkek beyinlerinin kadın beyinlerinden ortalama 180 gram daha ağır
olduğunu ve bunun da erkeklerin kadınlardan daha üstün olduğunu
gösterdiğini ileri sürmüştü. Kısaca bilim dünyası, egemen siyaset ve
felsefe dünyası ile sayısız tabu ve tuzaklarla dolu tehlikeli ilişkiler
içindeydi.
***
İlginçtir ki, Broca’nın ölümünden yüz yılı aşkın bir süre sonra da,
günümüz nörobiyolojisinin en seçkin isimlerinden J-P. Changeux,
gelişmesine önemli katkılarda bulunduğu disipline yöneltilen muhalefeti
anlatırken altını çizdiği en güçlü maddeler yine materyalist felsefeye
yöneltilen oklar olmuştur. “Sözcük sevimsiz ve itici de olsa, diyor
Changeux, (bilim adamları için) materyalist bir dünya görüşünden
kaçınmak zordur; ‘materyalist ideolojiler’in heyulası ve başlarına gelen
baskı ve zulüm uygulamaları tüm belleklerde mevcuttur.” İşin daha
ilginç yönü de şuydu: J-P. Changeux günümüzde Hıristiyan filozof Paul
Ricoeur’le tartışırken yine kendisinin materyalizmi eleştiri konusu
oluyordu. Bu felsefi tartışmaya ileriki sayfalarda değineceğiz. Fakat
bundan önce, son kırk elli yıl içinde nörobiyoloji alanında tanık
olduğumuz baş döndürücü gelişmeler hakkında bazı gözlemlerde bulunmamız
gerekiyor.
***
Her şeyden önce şunu söyleyelim: Eğer günümüzde molekül biyolojisi,
genetik ve zihinsel bilimler büyük aşamalar kaydetti ve kimilerine göre
“pilot bilim” haline geldilerse, bunda sinir sistemimizin fizyolojik ve
kimyasal içeriğini çözümleyen ve işleyişini görüntüleyen teknolojik
gelişmelerin çok büyük bir rolü oldu. Ortaya çıkan bulgular gerçekten de
hem şaşırtıcı hem de baş döndürücüydü.
Şaşırtıcıydı; çünkü insan genlerinin sayısının yakın tarihlere kadar
sanıldığı gibi yüz bin kadar değil, 20-25 bin civarında, yani ancak 450
milyon sene önce mütasyona uğramış ilk omurgalı balıktaki kadar olduğu
anlaşılmıştı. Bu şaşırtıcı buluş katrilyonlarla ölçülen nöron
bağlantılarında genlerin tayin edici niteliğini göreselleştiriyordu.
Burada anımsayalım ki daha gen sayımızın yüz bin sanıldığı bir tarihte,
genetik uzmanı A. Jacquard, yüz milyar kadar sinir hücresi (nöron)
arasında sinapslar aracılığıyla kurulan bağlantı sayısının
katrilyonlarla ifade edildiğine işaret etmiş ve “genetik program bu
kadar delice bir olguyu nasıl kontrol edebilir?” diye sormuştu. Şimdi
genlerin işlevsel zenginliği iyice ön plana çıkıyor ve “ırkçı” duruşlara
yol açan katı bilimsel determinizm sarsılıyordu.
***
Gerçekten de beyin mimarisi baş döndürücü bir zenginlik sergiliyordu.
Bellek nedir? “Bilinçaltı” denilen olgu nörobiyolojik planda nesnel bir
varlığa sahip midir? Kişisel bilincimiz nasıl oluşuyor? Bildiklerimizi
nasıl öğreniyoruz? Artık bütün bu sorular filozof ve psikologların
tekelinden çıkmış, laboratuar çalışmalarının konusu haline gelmişti. Ne
var ki, beyin mimarisi gizemini her gün biraz daha dışa vururken, alınan
mesafe de henüz kesin yargılara elverişli görünmüyordu. Ve kuşkusuz Dr.
Eric Kandel’in yakınlarda yaptığı ikaz bu gibi acelecileri hedef
almıştı: “Nöro-bilimlerin geleceği parlak, diyordu ünlü psikiyatr, fakat
tehlike şurada ki kimilerinin aştığımızı sandığı dağın henüz
eteklerinde bulunuyoruz; oysa dağ çok büyük ve onu aşmamız daha yüz yıl
alacak.” Yine de bu alandaki araştırıcılar bir yandan arayıcı
(heuristic) ve yön gösterici varsayımlar ortaya atarken, öte yandan da
determinist reçeteler, bilimsel fanteziler icat etmekten geri
kalmıyorlardı. Bu bakımdan, günümüzdeki durumu tartışmadan önce, bir
Fransız bilim adamının son elli yıl içinde nörobiyoloji alanında
üretilmiş ve bugün de yer yer karşımıza çıkan “nöro-mitoloji”
örneklerini nasıl sergilediğini görmemiz öğretici olmaz mı?
***
Gerçekten de Gérard Percheron, nörobiyolojik “mitoloji”leri sorguladığı
incelemesinde, (daha önce işaret ettiğimiz beyin hacmi ve kafatası
şekliyle ilgili tezler dışında) günümüzde hala varlığını sürdüren bir
çok mitolojik önyargı sayıyor. Örneğin bunlardan biri beynin sağ
yarımküresi ile sol yarımküresi arasındaki işlevsel farklılaşmaların
keyfi ve sembolik genellemelere yol açmasıdır. Buradan hareketle kimi
nörologlar aklı, girişkenliği, hatta “erkeksi özü” barındıran sol beynin
“Batı’ın nitelikleri”ni; heyecanı, sanatı ve “kadınsı özü” barındıran
sağ beynin de “Doğu’nun nitelikleri”ni taşıdığını dahi iddia
etmişlerdi. Nörobiyolojinin bugünkü verileri bu gülünç iddianın
temelsizliğini ortaya koymuştur.
Buna karşılık, 1960’larda, Amerikalı nörobiyolojist Paul MacLean üç
katlı bir beyin anatomisinden hareket ederek insanların kişilik
yapılarını aydınlattığını sanırken, günümüzde hala taraftar bulan başka
mitolojik bir önyargı içindeydi. Ona göre insan beyni evrimin üç
aşamasını temsil eden zamanlarda ortaya çıkmış üç katmandan oluşuyordu.
En altta, beyin kökünde yer alan “sürüngen beyin” (reptilian brain)
açlık, susuzluk, nefes alma, cinsel ilişki gibi hayati işlevler
konusunda görevli oluyordu. Bir üst katmanı oluşturan “eski-memeli
beyin” katmanı ise arzu, öfke, korku, üzüntü, sevinç ve şefkatten oluşan
altı temel duygumuzu harekete geçiriyordu. Nihayet yeni-memeli ya da
yeni-korteks adını verdiği üçüncü kısım ise insan zihninin en üst
düzeydeki işlevlerini üstlenmişti ve garip bir şekilde yazar bunların
ayrıntısına girmiyordu.
P. MacLean’ın “üç katlı beyin – üç katlı kişilik” modeli gerçekten
çarpıcıydı. Ne var ki Arthur Koestler’in geniş kitlelere tanıttığı bu
model, yaratıcısı MacLean’a göre bir “ilkel günah” ile malul idi. Buna
göre gerçekte evrim tamamlanamamış, Homo Sapiens’in ortaya çıktığı
Cro-Magnon çağda durmuştu; bu yüzden yeni-korteks (zihinsel işlemler
bölgesi) alt katmanlarla sağlıklı bir iletişim içinde bulunamıyor,
onları sıkı bir biçimde kontrol edemiyordu. Bu durum da insan
davranışlarına sık sık egemen olan şiddetin ve ilkelliklerin
anlaşılmasında açıklayıcı oluyordu. Percheron ciddi bilimsel
eleştirilere konu olan bu açıklamaların, ayrıca ne tür ideolojik
kılıflara bürünebileceğini, bizlere A. Koestler’in ölümü dolayısıyla bir
Fransız dergisinde çıkan yazı ve fotoğraflardan örnekler vererek
sergilemiştir.
***
G. Percheron günümüzde yaygın nöro-mitoloji türleri içinde “en sık
kullanılan” türün nöronlar arasında bilgi taşıyan ve sinir sistemimizin
akışkanlığını sağlayan kimyasal tözler (özellikle de nöro-aracılar)
konusunda olduğunu söylüyor. Gerçekten de nöro-medyatörleri ön plana
çıkaran bu yaklaşıma göre “kimyasal tözlerin incelenmesi araştırmanın
amacı haline geliyor” ve çeşitli heyecan ve duygularımız bir “kimyasal
töz” şeklinde algılanan bir nöro-taşıyıcı adıyla anılmaya başlanıyordu:
Changeux’nin dopamin adlı nöro-aracıyı “zevk sinapsı” olarak
adlandırması, ya da bazı nörobiyolojistlerin “keder peptidi”nden söz
etmeleri gibi. Veyahut da, değişik bir planda, öfke ve saldırganlıkla
ilişkisi bilinen adrenalin salgısının bir “öfke tözü” şeklinde
algılanması gibi. G. Bachelard, “Bilimsel Esprinin Oluşumu” başlıklı
eserinde bilimsel çalışmayı zedeleyen engelleri sayarken bu tarz
yaklaşımı da “tözcü epistemolojik engel” diye eleştirmemiş miydi?
Aslında kimyasal tözlerle insanın heyecan, duygu ve düşünceleri arasında
doğrudan bir ilişkisi bulunmuyor. Bir nöronun başka bir nörona belli
bilgiler taşıması, rol oynadığı süreç bütünüyle göz önünde
bulundurulmadan, elbette ki o nöronun acı ya da zevk duyması vb. gibi
yorumlanamaz. Oysa bu nöro-mitoloji türünün yaratıcı ya da taşıyıcıları
bu tarz yakıştırmalardan geri durmamışlar, hatta bu keyfi kullanımı
ideolojik plana da aktarmışlardır. G. Percheron bu konuda da “siyasal
militanlar biyokimya açısından bir uyuşturucu bağımlısı gibi
görülmelidirler” diyen bir bilim adamını örnek gösteriyor.
***
Nihayet G. Percheron’un işaret ettiği, nöro-mitoloji halini almış
başka bir “bilimsel” iddia da, Descartes’den beri insan beynini bir
“makine” gibi algılayan tezdir. Beyni bir dev bilgisayar gibi tasarlayan
akım içinde yer alan bu tez de, günümüzde, Descartes’ın madde ve ruh
ayrımına dayanan düalizmini de bir yana bırakarak tamamen materyalist
zeminde savunucular buluyor; klinik araştırmaların konusu olduğu gibi
felsefi spekülasyonların da malzemesini teşkil ediyor.
Fransız bilim adamı nörobiyoloji bulgularının ne gibi keyfi
genellemelerle yol açabileceğini (ve açtığını) sergiledikten sonra,
molekül biyolojisi ve farmakoloji gibi “rakip, fakat müttefik” iki
kaynaktan beslenen biyokimyanın beyin araştırmalarında “egemen” hale
geldiğini ve bunun da nörobiyolojiyi tamamen indirgemeci bir pozitivizme
dönüştürdüğünü söylüyor. Nörobiyolojinin tıpkı sosyo-biyoloji gibi her
türlü kötü kullanıma elverişli bir “ideoloji” olduğunu da not eden
Percheron, “nörobiyoloji hiçbir zaman bilinçten, kültürden, sembolik
üretimden söz etmez; diyor; bu bakımdan insan davranışını açıklamaya ve
betimlemeye elverişli değildir.”
G. Percheron’un nörobiyolojiye öğretici ve çoğu haklı itirazlarını
kuşkusuz sadece şahsına özgü itirazlar olarak değerlendiremeyiz.
Genellikle felsefi bir kültüre dayanmayan ve mekanik bir materyalizmin
sınırlarını aşmayan açıklamalar Amerikalı filozof J. R. Searle’ün dediği
gibi “saplantı nevrozu”na benzer tutumlara yol açıyorlar ve geniş bir
coğrafyada olumsuz yankılar uyandırıyorlar. Buna karşılık, bu
eleştiriler de, bilimsel araştırmalarda artık hiçbir itibarı olmayan
idealist temelli açıklamalara ve başka türlü “mitoloji”lere kapıyı
aralamıyorlar mı?
Bu ikilemi aşmamızı sağlayacak bir perspektif bulunamaz mı?
Böyle bir perspektif arayışına geçmeden, bu rahatsızlığı hisseden
günümüz nöro-biyologlarının ciddi felsefi okumalara bol zaman
ayırdıklarına ve bulgularını filozoflarla tartışarak sağlamlaştırmak
istediklerine işaret etmeliyiz. Burada yukarıdaki satırlarda sözünü
ettiğimiz Changeux-Ricoeur tartışmasına yeniden dönebiliriz. Gerçekten
de insan varlığını nöronlarla (ve sadece nöronlarla – ‘Homme neuronal’)
açıklayan bir bilim adamıyla (Changeux), dindar bir filozofun
(Ricoeur) tartışması ne doğurabilir?
***
Böyle bir tartışmanın çıkmaza ve kibarca sürdürülen bir sağırlar
diyaloguna dönüşmesi kaçınılmaz değil miydi? Sanıyorum ki iki düşünür
arasındaki epistemolojik kopukluğu Ricoeur’ün sözünü ettiği tek bir
sözcükle sergilememiz mümkündür: Aşkınlık! Madde dünyası ile bilinç ve
anlam dünyası arasındaki bir türlü doldurulamayan boşluk!
Felsefi dayanaklarını hermenötik, fenomenoloji ve refleksif felsefe
akımlarına dayandıran P. Ricoeur söyleşiye başlarken “giriş tezi”ni
şöyle ifade ediyor: “İki tarafın tezleri birbirine indirgenemeyen ve
birbirinden de çıkarılamayan, heterojen söylemlerdir. Bir söylemde
nöronlar ve bunlar arasındaki bağlantılar; öteki söylemde ise bilgi,
eylem ve duygu, yani değerler, dürtüler ve niyetlerle karakterize edilen
edimler ve haller söz konusudur.” İşte sözü edilen “aşkınlık”a
(“transcendance”a) götüren epistemolojik kopukluk da buradan
kaynaklanıyor. Ricoeur’ün düşüncesine dayanak yaptığı “aşkınlık”, Kant’a
göre norm koyma yeteneğimizin varoluş koşulu olarak beliren beşeri
özerkliği açıklıyor ve bu perspektifte normla özgürlüğün birbirini
“karşılıklı ve eşzamanlı olarak” doğurması ahlaki yaşantımızı
belirliyor. Oysa doğada, genlerimizde ya da nöronlarımızda normlardan,
ereksellikten söz edebilir miyiz?
Edebiliriz, diyor Changeux ve bu konuda Spinoza’ya göndermeler yapıyor.
Hollandalı filozof, daha XVII. yüzyılda, “bir nesnenin, sadece onu
istediğimiz, arzuladığımız ve onun peşinde koştuğumuz için iyi olduğuna
hükmediyoruz” dememiş miydi?
Changeux ile Ricoeur’ün uzun soluklu tartışmasını burada özetlemeye
kalkacak değilim. Fakat bu vesileyle Spinoza’nın çağdaş
nörobiyolojistlerin ortak referansı haline geldiğini söyleyebiliriz
sanıyorum. Bu konuda, yine felsefi sistemlerle hesaplaşarak Descartes’ı
“haksız”, Spinoza’yı ise “haklı” bulan R. Damasio’dan da kısaca söz
etmenin sırası gelmiş bulunuyor.
***
Çağdaş nörobiyolojinin önde gelen isimlerinden olan Antonio R. Damasio
da insan bilincini ve kişilik duygusunu tamamen biyolojik kavram ve
verilerle açıklayan bir kuram getiriyor. Ve bunu yaparken, o da Changeux
gibi, filozoflarla tartışıyor ve bulgularının dayanaklarını XVII.
yüzyıl felsefesinde arıyor. Vardığı sonuç, iki ayrı kitabına başlık
yaptığı iki basit saptamada yatıyor: Descartes yanıldı; Spinoza
haklıydı!
Descartes yanıldı; çünkü “düşüncenin vücuttan tamamen bağımsız bir
etkinlik olduğunu sanıyordu ve düşünen şeyle (res cogitans), organlardan
oluşan, alana yayılmış ve düşünmeyen vücut (res extensa) arasında
yaptığı ayrım bu düşüncesinin ifadesiydi.” Buna karşılık Spinoza
haklıydı; çünkü, Holandalı filozof “ihtiyaçların, dürtülerin,
heyecanların, duyguların, kısaca affectus adını verdiği bütünlüğün”
insan kişiliğinin temelini oluşturduğuna inanıyor ve Descartes’ın
düalizmini yadsıyordu.
Biz A. Damasio’nun Spinoza konusundaki uzun açıklamalarını felsefe
tarihçilerinin ilgisine bırakalım ve kişilik konusunda geliştirdiği
özgün kurama geçelim. Yazarın ayrı bir kitapta sunduğu bu kuramın şeklen
Freud’un topiğine benzeyen üç katmanlı bir bilinç kuramı olduğunu
görüyoruz. Böylece, Damasio’ya göre, zihin hayatımız ön-bilinç, çekirdek
bilinç ve yaygın bilinç olmak üzere üç katmandan oluşuyor. Bunlardan,
1) Ön bilinç, “organizmanın fizik yapısının durumunu anı anına
haritalayan nöron kümeleri koleksiyonunu”; 2) Çekirdek bilinç, “gizemini
hala çözemediğimiz bir şekilde” belli bir andaki benlik duygumuzu; 3)
Yaygın bilinç ise belleğimiz, kültürümüz ve etik değerlerimizi, kısaca
tüm zihinsel dünyamızı ifade ediyor ve Damasio bizlere bunların, şu ana
kadar bilinenlere katkıda da bulunarak, nöron bağlantılarını sergiliyor.
Amerikalı bilim adamının psişik mekanizmalarımızla nörolojik yapımız
arasındaki aynılık konusundaki (bu alanda uzman olmayanların da
izleyebileceği) açıklamaları kuşkusuz çok öğreticidir ve yayınlanır
yayınlanmaz 18 dile çevrilen eser bütün dünyada yankılar uyandırmıştır.
Bu bulgulara bizler de kayıtsız kalabilir miyiz?
***
Nörobiyolojik materyalizme dayanan kuramlar kuşkusuz çağdaş felsefi
tartışmaları etkileyecek unsurlar da içeriyorlar. Fakat kişilik kuramı
konusunda son sözü söylüyorlar mı? Elbette ki hayır! Aksine, bize göre,
bu konuda asıl başvurulması gereken kurama, tarihi maddeciliğe sırt
çeviriyor ve onu görmezden geliyorlar; daha doğrusu, Balibar’ın Marksist
felsefeyi anlatırken işaret ettiği gibi, kendilerinin de analiz
edemedikleri nedenlerle bir çeşit akademik anti-marksizmden
kurtulamıyorlar. Gerçekten de nörobiyolojik bulgularını tamamlamak üzere
felsefe ve toplum bilimlerine başvuran bilim adamlarının hemen hepsinin
referansları antik felsefeden çağdaş filozoflara kadar geniş bir liste
oluşturduğu halde bu listede Marx ya da Engels’in adının hemen hiç
geçmediğini görüyoruz. Ya da geçince de, Damasio’da olduğu gibi, bu
göndermenin ilkel bir anti-komünizmin sınırlarını aşmadığına tanık
oluyoruz.
Çağdaş nörobiyoloji yazınının tarihi maddeci yöntemle değerlendirilmesi
elbette ayrı ve ayrıntılı bir incelemeyi gerektirir. Fakat bu alandaki
gelişmelere panoramik bir bakıştan öte bir iddiası olmayan bu yazıyı
bitirirken, bu konuda da temel uyuşmazlığa işaretle yetineceğim.
***
Aralarındaki farklılıklar ne olursa olsun, nörobiyoloji temelli tüm
çağdaş kuramlar insan kişiliğini genetik (doğal) ve çevresel
(kazanılmış) yetenekler olmak üzere iki genel kategori altında
inceliyorlar. Ne var ki “çevre” başlığı altında ele aldıkları öğeler
(doğa, aile, teknoloji, toplum, kültür vb) heterojen ve çelişkilerle
dolu bir yapının belirsizlikleri içinde anlamını yitiriyor. Ayrıca,
genellikle biyolojik “alt-yapı”ya ağırlık verdikleri için çevresel
öğeleri de selektif ve keyfi bir biçimde sunuyorlar. Oysa böyle bir
yaklaşım, kendilerini, çoğu kez ayırdında da olmadan, toplumsal düzen
karşısında tutucu ve uyum sağlayıcı bir davranış modelinin savunucusu
yapıyor. Nitekim hemen tüm nörobiyoloji kuramcıları insanı “homeostatik”
denge kalıpları içinde ele alıyorlar.
Homeostazi nedir? Belli bir felsefeyle yüklü olan bu anahtar kavramla ne
ifade edilmek isteniliyor? Burada meselenin özüne geliyoruz.
***
A. Damasio “homeostazi” kavramını “vücudun durağan hallerini korumaya
yönelik ve canlı organizmalara özgü, uyumlu fizyolojik tepkiler” olarak
tanımlıyor. Fakat bu formül, dolayladığı felsefe itibariyle başlı
başına bir tutuculuk programı içermiyor mu?
Aslında Damasio insan kişiliğinin oluşumunda “toplumsal ilişkiler”i de
tamamen ihmal etmiyor ve insanı anlamak için “sadece genel biyoloji ve
nörobiyolojiye değil, toplumbilim yöntemlerine de başvurmak gereklidir”
diyor. Ne var ki, yazarımız, insan kişiliğinde “ek düzenleme düzeyleri”
olarak nitelediği toplumsal ve kültürel ilişkileri de “üst düzey uyum
sağlayıcı düzenlemeler” olarak algılıyor ve mevcut düzene hiçbir şekilde
itiraz etmeden sadece uyumu destekleyen nörolojik mekanizmaları ortaya
çıkarmaya çalışıyor. Böylece, Damasio, ait olduğu sınıfın (liberal
burjuvazinin) perspektifini ve değerlerini hiç sorgulamadan evrensel
değerler olarak sunuyor ve olumluyor. İşte homeostatik temelli tüm
nörobiyolojik kişilik kuramları ile tarihi maddeci kişilik kuramı
arasındaki temel fark da burada ortaya çıkıyor. Şöyle ki, daha önceki
sayılarda Seve’le ilgili yazılarımda göstermeye çalıştığım gibi, tarihi
maddeci yaklaşım insan kişiliğini tarihi dönemlere göre değişen ve
Marx’ın “insanın ikinci doğası” dediği toplumsal ilişkiler içinde
kavramaya çalışıyor. Bu evrimde, insanın, kendi özgül kişiliğini
oluşturan edimleri yeni yetenekler ve devrimci bilinç yaratıcı biçimde,
yani mevcut uyum ve istikrarı bozacak tarzda seferber edebileceğini; bu
alanda da bir özgürlük marjına sahip olduğunu vurguluyor.
L. Seve, “Günümüze kadar gelen en klasik ihtiyaç ve motivasyon
anlayışlarında her şey homeostatik şemaya dayanıyor”, diyordu; “İhtiyaç
ve arzudan doğan gerginliğe, bu gerginliği ortadan kaldıran ve sonuç
olarak da yeni bir denge sağlayan bir edim yanıt veriyor; bu koşullarda
kişiliğin ilerlemesinin ve etkinliğinin her türlü gelişmesini tasavvur
etmek de teorik olarak olanaksız hale geliyor.” Bu bağlamda,
nörobiyolojistler arasında toplumsal ilişkilerin insan kişiliğini
belirleyici niteliğini vurgulamak ve “devrimci motivasyon”dan söz etmek
de “biyolojik yapımıza” ve “bilim”e aykırı öneriler olarak küçümseniyor.
Kısaca her şey son tahlilde nörobiyolojiye indirgeniyor ve, örneğin,
iktisadi kararların nörolojik temellerinin incelenmesi bile, aslında,
şirketlerin “rasyonalitesini”, yani verimliliğin nasıl
azamileştirileceğini sorgulayan bir çeşit liberal “nöroekonomi”
oluşturmaktan öte bir anlam taşımıyor.
***
Bu koşullarda homeostatik anlayışa itiraz eden ve homeodinamik
kavramını öneren Steven Rose’un, aynı zamanda toplumsal düzeni
eleştiren, sosyalist bir nörobiyolojist oluşunu bir rastlantı sayabilir
miyiz? Bakınız ne diyor S. Rose, ya da nörobiyolojistler korosunun
“uyumsuz” sesi: “Toplumsal sorunları irdelemekten ziyade insanların
beyinlerini değiştirmeye çalışmak, nöroteknolojilerin nerelere
gidebileceğini göstermektedir.. Lev Vygotsky ve Pyotr Anokhin gibi bu
alanın öncülerinin fikirleri günümüzde tamamıyla ortadan kayboldu.. Doğu
geleneklerinden ve Marksist gelenekten yola çıkarak, daha açık bir
anlayış geliştirmek mümkün. Bu anlayışlar üründen ziyade süreçle
ilgili.”
Mademki S. Rose, L. Vygotsky’nin adını etti; biz de yazımızı bu öncü
düşünürün bir gözlemiyle bitirelim. 1960’larda bilim ve felsefe
dünyasına şöyle sesleniyordu Marksist bilim adamı: “Özgür eylemin
kaynaklarını ne ruhun tepelerinde ne de beynin derinliklerinde
bulabiliriz. Fenomenologların idealist yaklaşımı da doğa bilimcilerin
pozitivizmi kadar umutsuzdur.. Bilincin ve insan özgürlüğünün
kaynaklarını insanlığın toplumsal tarihinde aramalıyız. Ruhu bulmak için
onu kaybetmiş olmamız lazım.”
Kaybolan ruhumuzu bulmamızda ne Descartes’in “cogito”su, ne Kant’ın a
priori kategorileri, ne Husserl’in “aşkın ego”su ve ne de Damasio’nun
nöron kümeleri bizlere yardımcı olabilir. Tüm değerleri, onları
üretenlere yabancı kılan ve bu durumu da (dini ya da laik kökenli)
“kutsal” söylemlerle “doğru” ve “haklı” gibi gösteren toplumsal
ilişkilerin gerçek niteliğini çözümlerken, bunları değiştirmenin
kavgasını da vermeye hazır mıyız?
Bilim, felsefe, kuram, ideoloji ve politikayı tartışmayı gönülden sevenlerin buluşma mekanı...
Kısmı Zaferlerden Kökten Kurtuluş
"Almanya için bir ütopyacı düş olan şey, radikal devrim, insanın genel kurtuluşu değil, kısmi, sırf siyasal bir devrim, yapının temellerini ayakta bırakan bir devrimdir. (...) kısmi bir kurtuluş (...) sivil toplumun bir kesiminin kendisini kurtararak genel egemenliğe ulaşmasıdır. (...) Ama Almanya'da hiçbir sınıf, onu toplumun yıkıcı temsilcisi yapacak cüret, kararlılık ve acımasızlığa sahip değildir... Almanya sonuna kadar giden bir devrim yapmadıkça, devrim yapmış olamaz. Almanya'da Ortaçağ'dan kurtuluş Ortaçağ üzerindeki kısmi zaferlerden de kurtuluşla mümkündür."
"Bu sosyalizm, genel olarak sınıf farklılıklarının; bu sınıf farklılıklarının dayandıkları bütün üretim ilişkilerinin; bu üretim ilişkilerine tekabül eden bütün toplumsal münasebetlerin ortadan kaldırılmasına; bu toplumsal münasebetlerden çıkan bütün düşüncelerin alaşağı edilmesine varana kadar devrimin sürekliliğinin ilanıdır ve, zorunlu bir geçiş uğrağı olarak proletaryanın sınıf diktatörlüğüdür.''
"Bizim için mesele, özel mülkiyetin şekil değiştirmesi değil, yokedilmesi; sınıf uzlaşmazlıklarının yumuşatılması değil, sınıfların ortadan kaldırılması; varolan toplumun iyileştirilmesi değil, yeni bir toplumun kurulması olabilir ancak".
Acımasız bir eleştiri, tümüyle serbest düşünme, gerçeğe mutlak sadakat ve bilimle...
Sevgiyle kalın...
"Bu sosyalizm, genel olarak sınıf farklılıklarının; bu sınıf farklılıklarının dayandıkları bütün üretim ilişkilerinin; bu üretim ilişkilerine tekabül eden bütün toplumsal münasebetlerin ortadan kaldırılmasına; bu toplumsal münasebetlerden çıkan bütün düşüncelerin alaşağı edilmesine varana kadar devrimin sürekliliğinin ilanıdır ve, zorunlu bir geçiş uğrağı olarak proletaryanın sınıf diktatörlüğüdür.''
"Bizim için mesele, özel mülkiyetin şekil değiştirmesi değil, yokedilmesi; sınıf uzlaşmazlıklarının yumuşatılması değil, sınıfların ortadan kaldırılması; varolan toplumun iyileştirilmesi değil, yeni bir toplumun kurulması olabilir ancak".
Acımasız bir eleştiri, tümüyle serbest düşünme, gerçeğe mutlak sadakat ve bilimle...
Sevgiyle kalın...
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Homeostazi tutuculuktur, yaşasın termal şok! Bu arada artık nörobilimciler homeostaziden ziyade allostazi kavramını kullanıyorlar. Organizmayı tek bir denge durumuna sürekli ulaşmaya çabalayan bir sistem olarak görmektense birden çok denge durumu olabileceğini varsayıyorlar.Mesela uykuda kan basıncının düşmesi homeostatik denge durumunda bir sapma değil. Sapolsky'nin Why Zebras Don't Get Ulcers kitabının giriş kısmında homeostaziyle farkını anlatmış.
YanıtlaSilTabi keşke bu yazıdaki tek sorun bu olsaydı. Son söz: Bilim bizi Fransız entellektüellerinden (Changeux, Monod ve Jacob gibiler hariç) korusun.
Bir de HOMEODYNAMICS diye bir şey varmış...
YanıtlaSil