Kısmı Zaferlerden Kökten Kurtuluş

"Almanya için bir ütopyacı düş olan şey, radikal devrim, insanın genel kurtuluşu değil, kısmi, sırf siyasal bir devrim, yapının temellerini ayakta bırakan bir devrimdir. (...) kısmi bir kurtuluş (...) sivil toplumun bir kesiminin kendisini kurtararak genel egemenliğe ulaşmasıdır. (...) Ama Almanya'da hiçbir sınıf, onu toplumun yıkıcı temsilcisi yapacak cüret, kararlılık ve acımasızlığa sahip değildir... Almanya sonuna kadar giden bir devrim yapmadıkça, devrim yapmış olamaz. Almanya'da Ortaçağ'dan kurtuluş Ortaçağ üzerindeki kısmi zaferlerden de kurtuluşla mümkündür."

"Bu sosyalizm, genel olarak sınıf farklılıklarının; bu sınıf farklılıklarının dayandıkları bütün üretim ilişkilerinin; bu üretim ilişkilerine tekabül eden bütün toplumsal münasebetlerin ortadan kaldırılmasına; bu toplumsal münasebetlerden çıkan bütün düşüncelerin alaşağı edilmesine varana kadar devrimin sürekliliğinin ilanıdır ve, zorunlu bir geçiş uğrağı olarak proletaryanın sınıf diktatörlüğüdür.''

"Bizim için mesele, özel mülkiyetin şekil değiştirmesi değil, yokedilmesi; sınıf uzlaşmazlıklarının yumuşatılması değil, sınıfların ortadan kaldırılması; varolan toplumun iyileştirilmesi değil, yeni bir toplumun kurulması olabilir ancak".

Acımasız bir eleştiri, tümüyle serbest düşünme, gerçeğe mutlak sadakat ve bilimle...

Sevgiyle kalın...

20 Şubat 2012 Pazartesi

Önyargılar, cehalet, yüzeysellik ve ilkellik: Bir nörobiyoloji eleştirisi

NÖROBİYOLOJİ, KİŞİLİK KURAMI VE MARKSİZM

Taner Timur

Günümüzün en dikkate değer bilimsel gelişmeleri arasında sayılan “zihinsel (cognitif) bilimler” alanındaki ilk temeller XIX. yüzyılın başlarında “Frenoloji ilmi”nin kurulmasıyla atılmıştı. Bu yıllarda Alman anatomist Franz Joseph Gall insanların çeşitli yetenekleri ile beyin haritası arasında yakın bir ilişki kuruyor ve -beyin cerrahisinin gelişmemiş olduğu bir dönemde- kafataslarının fiziki formlarının incelenmesi suretiyle insan karakterinin açıklanabileceğini ileri sürüyordu.
Dr. Gall, pozitivist felsefeyle tıbbın birbirini beslediği frenoloji araştırmalarını geniş kitlelere yaymak için büyük kavgalar verdi; ülke ve sınır tanımadı; hatta tâbiyet de değiştirdi, Fransız oldu. Ne var ki Aydınlanma Çağı’nın ürünü olan anatomist doktor çok da şanslı sayılamazdı. Düşünceleri geniş kitlelerin ilgisini çekse bile tepkiler de yaratıyor, dini çevrelerin sert saldırısına uğruyordu. Nitekim Viyana’daki dersleri dine aykırı bulunmuş ve bu yüzden 1802 yılında yasaklanmıştı. Zaten barınamaz hale geldiği ülkesini terk ederek Fransa’ya sığınmasının nedeni de buydu. Öte yandan Dr. Gall’ın “kafatasçı” varsayımları kanıtlanmamış ve siyasal istismara elverişli statüleriyle bilim çevrelerinde inandırıcı olamıyor, kuşku ile karşılanıyordu. Althusser’in deyimiyle “ilim adamlarının kendiliğinden felsefesi” olan materyalizm ise geleneksel çevrelerin şimşeklerini çekiyor, ülkesine sığındığı III. Napolyon’un bile nefretine yol açıyordu.

***

18 Nisan 1861’de Dr. Paul Broca, Paris’te, Antropoloji Derneği’nin bir toplantısında bazı zihni melekelerimizin (örneğin konuşma yeteneğimizin) beynimizin hangi bölgesinden kaynaklandığını açıklarken hayli farklı bir zemin üzerinde konuşuyordu. Aradan geçen zamanda tıp ilmi ilerlemiş, beyin cerrahisi önemli araştırmaların alanı haline gelmişti. Artık Dr. Broca kürsüde sadece bir anatomi ve fizyoloji uzmanı olarak değil, aynı zamanda bir beyin cerrahı olarak konuşuyordu. Kendisini nörobiyolojinin kurucusu yapan buluşu da bu alandaki çalışmalarının ürünüydü.
Dr Broca bu noktaya elbette tek başına gelmemişti. O da tıp ilimlerinde önemli atılımların beşiği olan Fransız ekolünün parlak temsilcilerinden biriydi. Zaten temel bulgularını Dr. Gall’in öğrencisi ve Frenoloji Derneği’nin kurucularından biri olan Dr. J-B. Bouillaud’nun açıklamalarına borçluydu. Ne var ki bilim tarihi onun ismini benimsedi ve bilim kurucuları listesine Broca adını kaydetti.
Dr. Broca çağının ilerisinde, cumhuriyetçi fikirlere sahipti. “Irk”, “cins” gibi kategorilerin değişmez olduğu dogmasına katılmıyor, o da Darwin gibi evrime inanıyordu. Darwin’in ünlü eserinin yayımlandığı tarihte, 1859’da, III. Napolyon diktası altında kurduğu Antropoloji Derneği de bu yüzden hükümetin baskısıyla karşılaşmış, izin almakta zorlanmıştı. Yine de, zamanın Eğitim Bakanlığı’nın Dernek’te “dine, topluma ve hükümete aykırı davranışlar”dan kendisini sorumlu tutacağını ihtar etmesine aldırış etmeden çalışmalarını yürüttü. Kamu sağlığı ve eğitim konusundaki duyarlılığı ve bu alandaki etkinlikleri de bu çalışmalar içinde yer alıyordu.
Ne var ki, tüm ileri fikirlerine rağmen, Dr. Broca çağdaş rasyonalizmin ırkçı ve seksist fantezilerinden de tamamen sıyrılmış değildi. Örneğin, Dr. Broca’nın beyin hacmiyle zeka arasında kurduğu, fakat kanıtlayamadığı ilişkinin, kurucusu olduğu Dernek’te “beyaz ırk”ın üstünlüğünü savunanlara malzeme olduğunu biliyoruz. Oysa Lord Byron’un beyninin 2 200 gram olmasına karşılık, XIX. yüzyılın en ansiklopedik kafalarından Anatole France’ın beyninin sadece 1 017 gram çekmesi, başlı başına bu iddianın gülünçlüğünü ortaya koyuyordu. Buna rağmen Dr. Broca’nın kendisi de yüzlerce insan beynini inceledikten ve tarttıktan sonra erkek beyinlerinin kadın beyinlerinden ortalama 180 gram daha ağır olduğunu ve bunun da erkeklerin kadınlardan daha üstün olduğunu gösterdiğini ileri sürmüştü. Kısaca bilim dünyası, egemen siyaset ve felsefe dünyası ile sayısız tabu ve tuzaklarla dolu tehlikeli ilişkiler içindeydi.

***

İlginçtir ki, Broca’nın ölümünden yüz yılı aşkın bir süre sonra da, günümüz nörobiyolojisinin en seçkin isimlerinden J-P. Changeux, gelişmesine önemli katkılarda bulunduğu disipline yöneltilen muhalefeti anlatırken altını çizdiği en güçlü maddeler yine materyalist felsefeye yöneltilen oklar olmuştur. “Sözcük sevimsiz ve itici de olsa, diyor Changeux, (bilim adamları için) materyalist bir dünya görüşünden kaçınmak zordur; ‘materyalist ideolojiler’in heyulası ve başlarına gelen baskı ve zulüm uygulamaları tüm belleklerde mevcuttur.” İşin daha ilginç yönü de şuydu: J-P. Changeux günümüzde Hıristiyan filozof Paul Ricoeur’le tartışırken yine kendisinin materyalizmi eleştiri konusu oluyordu. Bu felsefi tartışmaya ileriki sayfalarda değineceğiz. Fakat bundan önce, son kırk elli yıl içinde nörobiyoloji alanında tanık olduğumuz baş döndürücü gelişmeler hakkında bazı gözlemlerde bulunmamız gerekiyor.


***

Her şeyden önce şunu söyleyelim: Eğer günümüzde molekül biyolojisi, genetik ve zihinsel bilimler büyük aşamalar kaydetti ve kimilerine göre “pilot bilim” haline geldilerse, bunda sinir sistemimizin fizyolojik ve kimyasal içeriğini çözümleyen ve işleyişini görüntüleyen teknolojik gelişmelerin çok büyük bir rolü oldu. Ortaya çıkan bulgular gerçekten de hem şaşırtıcı hem de baş döndürücüydü.
Şaşırtıcıydı; çünkü insan genlerinin sayısının yakın tarihlere kadar sanıldığı gibi yüz bin kadar değil, 20-25 bin civarında, yani ancak 450 milyon sene önce mütasyona uğramış ilk omurgalı balıktaki kadar olduğu anlaşılmıştı. Bu şaşırtıcı buluş katrilyonlarla ölçülen nöron bağlantılarında genlerin tayin edici niteliğini göreselleştiriyordu. Burada anımsayalım ki daha gen sayımızın yüz bin sanıldığı bir tarihte, genetik uzmanı A. Jacquard, yüz milyar kadar sinir hücresi (nöron) arasında sinapslar aracılığıyla kurulan bağlantı sayısının katrilyonlarla ifade edildiğine işaret etmiş ve “genetik program bu kadar delice bir olguyu nasıl kontrol edebilir?” diye sormuştu. Şimdi genlerin işlevsel zenginliği iyice ön plana çıkıyor ve “ırkçı” duruşlara yol açan katı bilimsel determinizm sarsılıyordu.

***

Gerçekten de beyin mimarisi baş döndürücü bir zenginlik sergiliyordu. Bellek nedir? “Bilinçaltı” denilen olgu nörobiyolojik planda nesnel bir varlığa sahip midir? Kişisel bilincimiz nasıl oluşuyor? Bildiklerimizi nasıl öğreniyoruz? Artık bütün bu sorular filozof ve psikologların tekelinden çıkmış, laboratuar çalışmalarının konusu haline gelmişti. Ne var ki, beyin mimarisi gizemini her gün biraz daha dışa vururken, alınan mesafe de henüz kesin yargılara elverişli görünmüyordu. Ve kuşkusuz Dr. Eric Kandel’in yakınlarda yaptığı ikaz bu gibi acelecileri hedef almıştı: “Nöro-bilimlerin geleceği parlak, diyordu ünlü psikiyatr, fakat tehlike şurada ki kimilerinin aştığımızı sandığı dağın henüz eteklerinde bulunuyoruz; oysa dağ çok büyük ve onu aşmamız daha yüz yıl alacak.” Yine de bu alandaki araştırıcılar bir yandan arayıcı (heuristic) ve yön gösterici varsayımlar ortaya atarken, öte yandan da determinist reçeteler, bilimsel fanteziler icat etmekten geri kalmıyorlardı. Bu bakımdan, günümüzdeki durumu tartışmadan önce, bir Fransız bilim adamının son elli yıl içinde nörobiyoloji alanında üretilmiş ve bugün de yer yer karşımıza çıkan “nöro-mitoloji” örneklerini nasıl sergilediğini görmemiz öğretici olmaz mı?

***

Gerçekten de Gérard Percheron, nörobiyolojik “mitoloji”leri sorguladığı incelemesinde, (daha önce işaret ettiğimiz beyin hacmi ve kafatası şekliyle ilgili tezler dışında) günümüzde hala varlığını sürdüren bir çok mitolojik önyargı sayıyor. Örneğin bunlardan biri beynin sağ yarımküresi ile sol yarımküresi arasındaki işlevsel farklılaşmaların keyfi ve sembolik genellemelere yol açmasıdır. Buradan hareketle kimi nörologlar aklı, girişkenliği, hatta “erkeksi özü” barındıran sol beynin “Batı’ın nitelikleri”ni; heyecanı, sanatı ve “kadınsı özü” barındıran sağ beynin de “Doğu’nun nitelikleri”ni taşıdığını dahi iddia etmişlerdi. Nörobiyolojinin bugünkü verileri bu gülünç iddianın temelsizliğini ortaya koymuştur.
Buna karşılık, 1960’larda, Amerikalı nörobiyolojist Paul MacLean üç katlı bir beyin anatomisinden hareket ederek insanların kişilik yapılarını aydınlattığını sanırken, günümüzde hala taraftar bulan başka mitolojik bir önyargı içindeydi. Ona göre insan beyni evrimin üç aşamasını temsil eden zamanlarda ortaya çıkmış üç katmandan oluşuyordu. En altta, beyin kökünde yer alan “sürüngen beyin” (reptilian brain) açlık, susuzluk, nefes alma, cinsel ilişki gibi hayati işlevler konusunda görevli oluyordu. Bir üst katmanı oluşturan “eski-memeli beyin” katmanı ise arzu, öfke, korku, üzüntü, sevinç ve şefkatten oluşan altı temel duygumuzu harekete geçiriyordu. Nihayet yeni-memeli ya da yeni-korteks adını verdiği üçüncü kısım ise insan zihninin en üst düzeydeki işlevlerini üstlenmişti ve garip bir şekilde yazar bunların ayrıntısına girmiyordu.
P. MacLean’ın “üç katlı beyin – üç katlı kişilik” modeli gerçekten çarpıcıydı. Ne var ki Arthur Koestler’in geniş kitlelere tanıttığı bu model, yaratıcısı MacLean’a göre bir “ilkel günah” ile malul idi. Buna göre gerçekte evrim tamamlanamamış, Homo Sapiens’in ortaya çıktığı Cro-Magnon çağda durmuştu; bu yüzden yeni-korteks (zihinsel işlemler bölgesi) alt katmanlarla sağlıklı bir iletişim içinde bulunamıyor, onları sıkı bir biçimde kontrol edemiyordu. Bu durum da insan davranışlarına sık sık egemen olan şiddetin ve ilkelliklerin anlaşılmasında açıklayıcı oluyordu. Percheron ciddi bilimsel eleştirilere konu olan bu açıklamaların, ayrıca ne tür ideolojik kılıflara bürünebileceğini, bizlere A. Koestler’in ölümü dolayısıyla bir Fransız dergisinde çıkan yazı ve fotoğraflardan örnekler vererek sergilemiştir.

***

G. Percheron günümüzde yaygın nöro-mitoloji türleri içinde “en sık kullanılan” türün nöronlar arasında bilgi taşıyan ve sinir sistemimizin akışkanlığını sağlayan kimyasal tözler (özellikle de nöro-aracılar) konusunda olduğunu söylüyor. Gerçekten de nöro-medyatörleri ön plana çıkaran bu yaklaşıma göre “kimyasal tözlerin incelenmesi araştırmanın amacı haline geliyor” ve çeşitli heyecan ve duygularımız bir “kimyasal töz” şeklinde algılanan bir nöro-taşıyıcı adıyla anılmaya başlanıyordu: Changeux’nin dopamin adlı nöro-aracıyı “zevk sinapsı” olarak adlandırması, ya da bazı nörobiyolojistlerin “keder peptidi”nden söz etmeleri gibi. Veyahut da, değişik bir planda, öfke ve saldırganlıkla ilişkisi bilinen adrenalin salgısının bir “öfke tözü” şeklinde algılanması gibi. G. Bachelard, “Bilimsel Esprinin Oluşumu” başlıklı eserinde bilimsel çalışmayı zedeleyen engelleri sayarken bu tarz yaklaşımı da “tözcü epistemolojik engel” diye eleştirmemiş miydi?
Aslında kimyasal tözlerle insanın heyecan, duygu ve düşünceleri arasında doğrudan bir ilişkisi bulunmuyor. Bir nöronun başka bir nörona belli bilgiler taşıması, rol oynadığı süreç bütünüyle göz önünde bulundurulmadan, elbette ki o nöronun acı ya da zevk duyması vb. gibi yorumlanamaz. Oysa bu nöro-mitoloji türünün yaratıcı ya da taşıyıcıları bu tarz yakıştırmalardan geri durmamışlar, hatta bu keyfi kullanımı ideolojik plana da aktarmışlardır. G. Percheron bu konuda da “siyasal militanlar biyokimya açısından bir uyuşturucu bağımlısı gibi görülmelidirler” diyen bir bilim adamını örnek gösteriyor.
 
***

Nihayet G. Percheron’un işaret ettiği, nöro-mitoloji halini almış başka bir “bilimsel” iddia da, Descartes’den beri insan beynini bir “makine” gibi algılayan tezdir. Beyni bir dev bilgisayar gibi tasarlayan akım içinde yer alan bu tez de, günümüzde, Descartes’ın madde ve ruh ayrımına dayanan düalizmini de bir yana bırakarak tamamen materyalist zeminde savunucular buluyor; klinik araştırmaların konusu olduğu gibi felsefi spekülasyonların da malzemesini teşkil ediyor.
Fransız bilim adamı nörobiyoloji bulgularının ne gibi keyfi genellemelerle yol açabileceğini (ve açtığını) sergiledikten sonra, molekül biyolojisi ve farmakoloji gibi “rakip, fakat müttefik” iki kaynaktan beslenen biyokimyanın beyin araştırmalarında “egemen” hale geldiğini ve bunun da nörobiyolojiyi tamamen indirgemeci bir pozitivizme dönüştürdüğünü söylüyor. Nörobiyolojinin tıpkı sosyo-biyoloji gibi her türlü kötü kullanıma elverişli bir “ideoloji” olduğunu da not eden Percheron, “nörobiyoloji hiçbir zaman bilinçten, kültürden, sembolik üretimden söz etmez; diyor; bu bakımdan insan davranışını açıklamaya ve betimlemeye elverişli değildir.”
G. Percheron’un nörobiyolojiye öğretici ve çoğu haklı itirazlarını kuşkusuz sadece şahsına özgü itirazlar olarak değerlendiremeyiz. Genellikle felsefi bir kültüre dayanmayan ve mekanik bir materyalizmin sınırlarını aşmayan açıklamalar Amerikalı filozof J. R. Searle’ün dediği gibi “saplantı nevrozu”na benzer tutumlara yol açıyorlar ve geniş bir coğrafyada olumsuz yankılar uyandırıyorlar. Buna karşılık, bu eleştiriler de, bilimsel araştırmalarda artık hiçbir itibarı olmayan idealist temelli açıklamalara ve başka türlü “mitoloji”lere kapıyı aralamıyorlar mı?
Bu ikilemi aşmamızı sağlayacak bir perspektif bulunamaz mı?
Böyle bir perspektif arayışına geçmeden, bu rahatsızlığı hisseden günümüz nöro-biyologlarının ciddi felsefi okumalara bol zaman ayırdıklarına ve bulgularını filozoflarla tartışarak sağlamlaştırmak istediklerine işaret etmeliyiz. Burada yukarıdaki satırlarda sözünü ettiğimiz Changeux-Ricoeur tartışmasına yeniden dönebiliriz. Gerçekten de insan varlığını nöronlarla (ve sadece nöronlarla – ‘Homme neuronal’) açıklayan bir bilim adamıyla (Changeux), dindar bir filozofun (Ricoeur) tartışması ne doğurabilir?

***

Böyle bir tartışmanın çıkmaza ve kibarca sürdürülen bir sağırlar diyaloguna dönüşmesi kaçınılmaz değil miydi? Sanıyorum ki iki düşünür arasındaki epistemolojik kopukluğu Ricoeur’ün sözünü ettiği tek bir sözcükle sergilememiz mümkündür: Aşkınlık! Madde dünyası ile bilinç ve anlam dünyası arasındaki bir türlü doldurulamayan boşluk!
Felsefi dayanaklarını hermenötik, fenomenoloji ve refleksif felsefe akımlarına dayandıran P. Ricoeur söyleşiye başlarken “giriş tezi”ni şöyle ifade ediyor: “İki tarafın tezleri birbirine indirgenemeyen ve birbirinden de çıkarılamayan, heterojen söylemlerdir. Bir söylemde nöronlar ve bunlar arasındaki bağlantılar; öteki söylemde ise bilgi, eylem ve duygu, yani değerler, dürtüler ve niyetlerle karakterize edilen edimler ve haller söz konusudur.” İşte sözü edilen “aşkınlık”a (“transcendance”a) götüren epistemolojik kopukluk da buradan kaynaklanıyor. Ricoeur’ün düşüncesine dayanak yaptığı “aşkınlık”, Kant’a göre norm koyma yeteneğimizin varoluş koşulu olarak beliren beşeri özerkliği açıklıyor ve bu perspektifte normla özgürlüğün birbirini “karşılıklı ve eşzamanlı olarak” doğurması ahlaki yaşantımızı belirliyor. Oysa doğada, genlerimizde ya da nöronlarımızda normlardan, ereksellikten söz edebilir miyiz?
Edebiliriz, diyor Changeux ve bu konuda Spinoza’ya göndermeler yapıyor. Hollandalı filozof, daha XVII. yüzyılda, “bir nesnenin, sadece onu istediğimiz, arzuladığımız ve onun peşinde koştuğumuz için iyi olduğuna hükmediyoruz” dememiş miydi?
Changeux ile Ricoeur’ün uzun soluklu tartışmasını burada özetlemeye kalkacak değilim. Fakat bu vesileyle Spinoza’nın çağdaş nörobiyolojistlerin ortak referansı haline geldiğini söyleyebiliriz sanıyorum. Bu konuda, yine felsefi sistemlerle hesaplaşarak Descartes’ı “haksız”, Spinoza’yı ise “haklı” bulan R. Damasio’dan da kısaca söz etmenin sırası gelmiş bulunuyor.

***

Çağdaş nörobiyolojinin önde gelen isimlerinden olan Antonio R. Damasio da insan bilincini ve kişilik duygusunu tamamen biyolojik kavram ve verilerle açıklayan bir kuram getiriyor. Ve bunu yaparken, o da Changeux gibi, filozoflarla tartışıyor ve bulgularının dayanaklarını XVII. yüzyıl felsefesinde arıyor. Vardığı sonuç, iki ayrı kitabına başlık yaptığı iki basit saptamada yatıyor: Descartes yanıldı; Spinoza haklıydı!
Descartes yanıldı; çünkü “düşüncenin vücuttan tamamen bağımsız bir etkinlik olduğunu sanıyordu ve düşünen şeyle (res cogitans), organlardan oluşan, alana yayılmış ve düşünmeyen vücut (res extensa) arasında yaptığı ayrım bu düşüncesinin ifadesiydi.” Buna karşılık Spinoza haklıydı; çünkü, Holandalı filozof “ihtiyaçların, dürtülerin, heyecanların, duyguların, kısaca affectus adını verdiği bütünlüğün” insan kişiliğinin temelini oluşturduğuna inanıyor ve Descartes’ın düalizmini yadsıyordu.
Biz A. Damasio’nun Spinoza konusundaki uzun açıklamalarını felsefe tarihçilerinin ilgisine bırakalım ve kişilik konusunda geliştirdiği özgün kurama geçelim. Yazarın ayrı bir kitapta sunduğu bu kuramın şeklen Freud’un topiğine benzeyen üç katmanlı bir bilinç kuramı olduğunu görüyoruz. Böylece, Damasio’ya göre, zihin hayatımız ön-bilinç, çekirdek bilinç ve yaygın bilinç olmak üzere üç katmandan oluşuyor. Bunlardan, 1) Ön bilinç, “organizmanın fizik yapısının durumunu anı anına haritalayan nöron kümeleri koleksiyonunu”; 2) Çekirdek bilinç, “gizemini hala çözemediğimiz bir şekilde” belli bir andaki benlik duygumuzu; 3) Yaygın bilinç ise belleğimiz, kültürümüz ve etik değerlerimizi, kısaca tüm zihinsel dünyamızı ifade ediyor ve Damasio bizlere bunların, şu ana kadar bilinenlere katkıda da bulunarak, nöron bağlantılarını sergiliyor.
Amerikalı bilim adamının psişik mekanizmalarımızla nörolojik yapımız arasındaki aynılık konusundaki (bu alanda uzman olmayanların da izleyebileceği) açıklamaları kuşkusuz çok öğreticidir ve yayınlanır yayınlanmaz 18 dile çevrilen eser bütün dünyada yankılar uyandırmıştır. Bu bulgulara bizler de kayıtsız kalabilir miyiz?

***

Nörobiyolojik materyalizme dayanan kuramlar kuşkusuz çağdaş felsefi tartışmaları etkileyecek unsurlar da içeriyorlar. Fakat kişilik kuramı konusunda son sözü söylüyorlar mı? Elbette ki hayır! Aksine, bize göre, bu konuda asıl başvurulması gereken kurama, tarihi maddeciliğe sırt çeviriyor ve onu görmezden geliyorlar; daha doğrusu, Balibar’ın Marksist felsefeyi anlatırken işaret ettiği gibi, kendilerinin de analiz edemedikleri nedenlerle bir çeşit akademik anti-marksizmden kurtulamıyorlar. Gerçekten de nörobiyolojik bulgularını tamamlamak üzere felsefe ve toplum bilimlerine başvuran bilim adamlarının hemen hepsinin referansları antik felsefeden çağdaş filozoflara kadar geniş bir liste oluşturduğu halde bu listede Marx ya da Engels’in adının hemen hiç geçmediğini görüyoruz. Ya da geçince de, Damasio’da olduğu gibi, bu göndermenin ilkel bir anti-komünizmin sınırlarını aşmadığına tanık oluyoruz.
Çağdaş nörobiyoloji yazınının tarihi maddeci yöntemle değerlendirilmesi elbette ayrı ve ayrıntılı bir incelemeyi gerektirir. Fakat bu alandaki gelişmelere panoramik bir bakıştan öte bir iddiası olmayan bu yazıyı bitirirken, bu konuda da temel uyuşmazlığa işaretle yetineceğim.

***

Aralarındaki farklılıklar ne olursa olsun, nörobiyoloji temelli tüm çağdaş kuramlar insan kişiliğini genetik (doğal) ve çevresel (kazanılmış) yetenekler olmak üzere iki genel kategori altında inceliyorlar. Ne var ki “çevre” başlığı altında ele aldıkları öğeler (doğa, aile, teknoloji, toplum, kültür vb) heterojen ve çelişkilerle dolu bir yapının belirsizlikleri içinde anlamını yitiriyor. Ayrıca, genellikle biyolojik “alt-yapı”ya ağırlık verdikleri için çevresel öğeleri de selektif ve keyfi bir biçimde sunuyorlar. Oysa böyle bir yaklaşım, kendilerini, çoğu kez ayırdında da olmadan, toplumsal düzen karşısında tutucu ve uyum sağlayıcı bir davranış modelinin savunucusu yapıyor. Nitekim hemen tüm nörobiyoloji kuramcıları insanı “homeostatik” denge kalıpları içinde ele alıyorlar.
Homeostazi nedir? Belli bir felsefeyle yüklü olan bu anahtar kavramla ne ifade edilmek isteniliyor? Burada meselenin özüne geliyoruz.

***

A. Damasio “homeostazi” kavramını “vücudun durağan hallerini korumaya yönelik ve canlı organizmalara özgü, uyumlu fizyolojik tepkiler” olarak tanımlıyor. Fakat bu formül, dolayladığı felsefe itibariyle başlı başına bir tutuculuk programı içermiyor mu?
Aslında Damasio insan kişiliğinin oluşumunda “toplumsal ilişkiler”i de tamamen ihmal etmiyor ve insanı anlamak için “sadece genel biyoloji ve nörobiyolojiye değil, toplumbilim yöntemlerine de başvurmak gereklidir” diyor. Ne var ki, yazarımız, insan kişiliğinde “ek düzenleme düzeyleri” olarak nitelediği toplumsal ve kültürel ilişkileri de “üst düzey uyum sağlayıcı düzenlemeler” olarak algılıyor ve mevcut düzene hiçbir şekilde itiraz etmeden sadece uyumu destekleyen nörolojik mekanizmaları ortaya çıkarmaya çalışıyor. Böylece, Damasio, ait olduğu sınıfın (liberal burjuvazinin) perspektifini ve değerlerini hiç sorgulamadan evrensel değerler olarak sunuyor ve olumluyor. İşte homeostatik temelli tüm nörobiyolojik kişilik kuramları ile tarihi maddeci kişilik kuramı arasındaki temel fark da burada ortaya çıkıyor. Şöyle ki, daha önceki sayılarda Seve’le ilgili yazılarımda göstermeye çalıştığım gibi, tarihi maddeci yaklaşım insan kişiliğini tarihi dönemlere göre değişen ve Marx’ın “insanın ikinci doğası” dediği toplumsal ilişkiler içinde kavramaya çalışıyor. Bu evrimde, insanın, kendi özgül kişiliğini oluşturan edimleri yeni yetenekler ve devrimci bilinç yaratıcı biçimde, yani mevcut uyum ve istikrarı bozacak tarzda seferber edebileceğini; bu alanda da bir özgürlük marjına sahip olduğunu vurguluyor.
L. Seve, “Günümüze kadar gelen en klasik ihtiyaç ve motivasyon anlayışlarında her şey homeostatik şemaya dayanıyor”, diyordu; “İhtiyaç ve arzudan doğan gerginliğe, bu gerginliği ortadan kaldıran ve sonuç olarak da yeni bir denge sağlayan bir edim yanıt veriyor; bu koşullarda kişiliğin ilerlemesinin ve etkinliğinin her türlü gelişmesini tasavvur etmek de teorik olarak olanaksız hale geliyor.” Bu bağlamda, nörobiyolojistler arasında toplumsal ilişkilerin insan kişiliğini belirleyici niteliğini vurgulamak ve “devrimci motivasyon”dan söz etmek de “biyolojik yapımıza” ve “bilim”e aykırı öneriler olarak küçümseniyor. Kısaca her şey son tahlilde nörobiyolojiye indirgeniyor ve, örneğin, iktisadi kararların nörolojik temellerinin incelenmesi bile, aslında, şirketlerin “rasyonalitesini”, yani verimliliğin nasıl azamileştirileceğini sorgulayan bir çeşit liberal “nöroekonomi” oluşturmaktan öte bir anlam taşımıyor.

***

Bu koşullarda homeostatik anlayışa itiraz eden ve homeodinamik kavramını öneren Steven Rose’un, aynı zamanda toplumsal düzeni eleştiren, sosyalist bir nörobiyolojist oluşunu bir rastlantı sayabilir miyiz? Bakınız ne diyor S. Rose, ya da nörobiyolojistler korosunun “uyumsuz” sesi: “Toplumsal sorunları irdelemekten ziyade insanların beyinlerini değiştirmeye çalışmak, nöroteknolojilerin nerelere gidebileceğini göstermektedir.. Lev Vygotsky ve Pyotr Anokhin gibi bu alanın öncülerinin fikirleri günümüzde tamamıyla ortadan kayboldu.. Doğu geleneklerinden ve Marksist gelenekten yola çıkarak, daha açık bir anlayış geliştirmek mümkün. Bu anlayışlar üründen ziyade süreçle ilgili.”
Mademki S. Rose, L. Vygotsky’nin adını etti; biz de yazımızı bu öncü düşünürün bir gözlemiyle bitirelim. 1960’larda bilim ve felsefe dünyasına şöyle sesleniyordu Marksist bilim adamı: “Özgür eylemin kaynaklarını ne ruhun tepelerinde ne de beynin derinliklerinde bulabiliriz. Fenomenologların idealist yaklaşımı da doğa bilimcilerin pozitivizmi kadar umutsuzdur.. Bilincin ve insan özgürlüğünün kaynaklarını insanlığın toplumsal tarihinde aramalıyız. Ruhu bulmak için onu kaybetmiş olmamız lazım.”

Kaybolan ruhumuzu bulmamızda ne Descartes’in “cogito”su, ne Kant’ın a priori kategorileri, ne Husserl’in “aşkın ego”su ve ne de Damasio’nun nöron kümeleri bizlere yardımcı olabilir. Tüm değerleri, onları üretenlere yabancı kılan ve bu durumu da (dini ya da laik kökenli) “kutsal” söylemlerle “doğru” ve “haklı” gibi gösteren toplumsal ilişkilerin gerçek niteliğini çözümlerken, bunları değiştirmenin kavgasını da vermeye hazır mıyız?  

2 yorum:

  1. Homeostazi tutuculuktur, yaşasın termal şok! Bu arada artık nörobilimciler homeostaziden ziyade allostazi kavramını kullanıyorlar. Organizmayı tek bir denge durumuna sürekli ulaşmaya çabalayan bir sistem olarak görmektense birden çok denge durumu olabileceğini varsayıyorlar.Mesela uykuda kan basıncının düşmesi homeostatik denge durumunda bir sapma değil. Sapolsky'nin Why Zebras Don't Get Ulcers kitabının giriş kısmında homeostaziyle farkını anlatmış.

    Tabi keşke bu yazıdaki tek sorun bu olsaydı. Son söz: Bilim bizi Fransız entellektüellerinden (Changeux, Monod ve Jacob gibiler hariç) korusun.

    YanıtlaSil
  2. Bir de HOMEODYNAMICS diye bir şey varmış...

    YanıtlaSil