Kısmı Zaferlerden Kökten Kurtuluş

"Almanya için bir ütopyacı düş olan şey, radikal devrim, insanın genel kurtuluşu değil, kısmi, sırf siyasal bir devrim, yapının temellerini ayakta bırakan bir devrimdir. (...) kısmi bir kurtuluş (...) sivil toplumun bir kesiminin kendisini kurtararak genel egemenliğe ulaşmasıdır. (...) Ama Almanya'da hiçbir sınıf, onu toplumun yıkıcı temsilcisi yapacak cüret, kararlılık ve acımasızlığa sahip değildir... Almanya sonuna kadar giden bir devrim yapmadıkça, devrim yapmış olamaz. Almanya'da Ortaçağ'dan kurtuluş Ortaçağ üzerindeki kısmi zaferlerden de kurtuluşla mümkündür."

"Bu sosyalizm, genel olarak sınıf farklılıklarının; bu sınıf farklılıklarının dayandıkları bütün üretim ilişkilerinin; bu üretim ilişkilerine tekabül eden bütün toplumsal münasebetlerin ortadan kaldırılmasına; bu toplumsal münasebetlerden çıkan bütün düşüncelerin alaşağı edilmesine varana kadar devrimin sürekliliğinin ilanıdır ve, zorunlu bir geçiş uğrağı olarak proletaryanın sınıf diktatörlüğüdür.''

"Bizim için mesele, özel mülkiyetin şekil değiştirmesi değil, yokedilmesi; sınıf uzlaşmazlıklarının yumuşatılması değil, sınıfların ortadan kaldırılması; varolan toplumun iyileştirilmesi değil, yeni bir toplumun kurulması olabilir ancak".

Acımasız bir eleştiri, tümüyle serbest düşünme, gerçeğe mutlak sadakat ve bilimle...

Sevgiyle kalın...

29 Mart 2012 Perşembe

Lübnan ve Suriye


Lübnan Suriye'deki çatışmanın aynası

Son güncelleme: 23 MART 2012 - TSİ 16:39
Trablusşam'ın eski mahallelerinde sokaklara dökülen kalabalık "La ilahe illallah" diye haykırıyor.
İslamcı Hizb-ut Tahrir Partisi her cuma namazından sonra taraftarlarını topluyor.
Suriye'deki ayaklanmanın başlamasının birinci yıldönümünden bir gün sonra "Onur Günü"nde herkese partinin sembolünü taşıyan siyah bayraklar dağıtıldı.
Genç bir adam megafonla, yürüyüşteki kalabalığa "Suriye'deki kardeşlerimize yardım etmek için kimse parmağını kıpırdatmıyor. Avrupa'nın, Amerika'nın söyleyecek hiç bir şeyi yok. Suriye özgür olacak ve o gün biz de orada olacağız" diye sesleniyor.
Lübnan'ın ikinci en büyük şehrinde nüfusun din ve mezhep bileşimi komşu Suriye'dekinin bir aynası gibi adeta ve herkes saflarını seçmeye zorlanıyor.
Kentin nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Sünniler, Suriye'de giderek güçlenen Özgür Suriye Ordusu'nu destekliyor. Daha küçük Alevi ve Hristiyan toplumlar ile sesi giderek daha çok duyulan farklı İslamcı grupların tümünün sınırın öte tarafında değişik müttefikleri var.
Suriye'de çatışmalar devam ettikçe her bir siyasi grup kendisine Trablusşam'da bir harekat merkezi oluşturdu.
Hizb-ut Tahrir yürüyüşü devam ediyor. Megafonlu adam "Baba Amr, İdlib ve Dera halkını İslam kurtaracak" diyor.
"Aleviler döneklerdir" diye sürdürüyor "ve Suriye'nin dört bir yanında Müslümanları öldürüyorlar".

Herkesin müttefiki ayrı

Suriye'deki ayaklanmada dinin rolünü ölçmek kolay değil ama Hizb-üt Tahrir'den Müslüman Kardeşler'e bir çok İslamcı grubun Suriye'nin gergin kent ve kasabalarında sayıları giderek kabarıklaşan farklı yerel milisler, çeteler ve tugaylara destek sağladığı söyleniyor.
Suriye hükümetini destekleyen gruplar ise çoktandır bir İslami tehlikeden söz ediyorlar. Aynı kaygıyıTrablusşam'ın Alevi'leri de dile getiriyor.
"Selefiler demokrasinin dinde yasak olduğunu düşünüyor" diyor Suriye'deki Baas rejimi ve oradaki Alevi toplumunu destekleyen Trablusşam merkezli Arap Demokrat Partisi'nden Ali Feddah.
"Batı parasının ve desteğinin İslamcı bir ordunun silahlanmasına gittiğiin görmüyor" diye sürdürüyor sözlerini.
"Tunus'a, Mısır'a ve şimdi de Libya'ya bakın. İslam sözde Arap Baharı'nı silip süpürüyor. Ve şimdi bu son komplo da bölgedeki son gerçek demokrasiyi hedefliyor".
Ali Feddah'ın ofisi Trablusşam'ın Cebel Muhsin mahallesindeki Alevi bölgesinde.
Cuma günleri Lübnan ordusu mahalleye askeri barikatlar kurarak Şubat ayında yaşanana benzer şiddet olaylarının tekrar yaşanmaması için önlem alıyor. Şubat ayında çıkan olaylarda 3 kişi ölmüştü.
Ofisin duvarları baba oğul Esad'ların portreleri ile dolu. Bir duvarda ise Ali Feddah'ın Suriye'de öldürülen kardeşinin fotoğrafı asılı. Ali Feddah "İslamcı teröristler öldürdü" diyor.
Uzaktan, yürüyüş yapan Hizb-üt Tahrircilerin sloganları duyulurken Ali devam ediyor:
"Suudi Arabistan ve Katar bunlara yardım ediyor. Trablusşam'a para ve silah gönderiyorlar. Ama biz de bizimkilere yardım gönderiyoruz. Trablusşam Alevileri olarak korkmuyoruz. Dr. Esad'ın bizi koruyacağına inancımız tam. Gelecekten korkumuz yok. Suriye daha önce de emperyalizme direndi, bu kez de direnecek".
Ali Feddah'a göre "Esad düşerse Suriye de düşmüş demektir".

"Sıradan insanlar"

Kentin öbür ucunda ıssız bir kahvede bir Suriyeli eylemci ile buluştum. İslamcı militanlık tezini kabullenmiyor.
"Biz sıradan insanlarız, terörist ya da sabıkalı değiliz. Herkes etkileniyor durumdan. Daha yakınlarda benim de amcam öldürüldü" derken bir yandan gözleri sürekli Suriye ajanlarına karşı çevreyi kolaçan etmekle meşgul.
Ali Feddah'ın tersine Esad düşerse Suriye'nin çökeceğine inanmıyor.
"Özgür Suriye Ordusu her geçen gün daha güçleniyor. Burada Trablusşam'da çok sayıda ordudan firar etmiş çok sayıda üst düzeyde subay var. Ülkeyi yönetmeye hazır bir sistemi şimdiden oluşturmak istiyoruz."
"Amacımız rejimi devirmek. Geçiş dönemi, diyalog falan istemiyoruz. Bu kadar çok insanımızın kanına girmiş biriyle niiçin konuşalım? Altı aydan uzun sürebilir belki ama Suriye halkı 40 yıldır korkuyla susuyordu."

Ortada kalanlar

İslamcilar Alevilerle hesaplaşma çağrıları yapar, Suriye ajanları Özgür Suriye Ordusu militanlarını yakalamaya çalışır ve mülteci sorunu her geçen gün büyürken Trablusşam'ın nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Sünniler iki ateş arasında kalmış gibi.
Dinledikleri hikayeler ve yakındaki Humus'dan gelen görüntüler huzurlarını iyice kaçırıyor ama bir iktidar boşluğunun da iç savaşa yol açacağından korkuyor ve Lübnan'da bu yüzden yakın geçmişte yaşanan acıları hatırlıyorlar.
Kentin tanınmış sabun fabrikası Han Sabun'un sahibi Badir Hasun "Biz burada uzun ve kanlı bir iç savaş yaşadık ve bunun tekrarlanmasını istemiyoruz" diyor ve sürdürüyor.
"Fakat bu durum daha süreceğe benziyor. Her bir grubun liderleri bela arıyor gibi. Lübnan'da politika böyle yapılıyor. Benim gibi iş adamları böyle saçma çatışmaların dışında kalabiliyor. Savaş ticaret için faydalı bir şey değil. Fakat bir çok insan başkalarının savaşının içine çekilebiliyor."
Suriye'den Lübnan'a geçen mültecilerin sayısı giderek artarken, Badir Hasun bunun beraberinde yoksullaşma ve suç oranı artışı da getirebileceğinden kaygılanıyor. "Suriye'de 25 milyon insan yaşıyor. Bunun yüzde 2'si buraya gelse bizim için felaket olur" diyor.
Hasun kendisi gibi işadamlarının böylesi bir durumda hangi yola başvurabileceğini de açıkça ifade ediyor:
"Benim işimin yüzde 80'i zaten Trablusşam'ın dışında. Eğer durum çok kötüye giderse, benim gibi insanlar, Lübnan'da daha önce sorunlu zamanlarda bir çok insanın yaptığını yapar. Gideriz buralardan."

Irkçı Fransa'da Göçmen Olmak


insanları'

Son güncelleme: 26 MART 2012 - TSİ 20:59
Montfermeil
Clichy-sous-Bois'daki Les Bosquets pazarında yürürken, Paris'in bir banliyösünde, hatta Fransa'da olduğunuzu bile unutabilirsiniz.
Sıra sıra yiyeceklerin satıldığı tezgâhlar ve yükselen Arap müzikleriyle bu pazar yeri daha çok Kuzey Afrika'daki pazarlara benziyor.
Buradayken, gelecek ayki Fransa cumhurbaşkanlığı seçimi, adeta dünyalar kadar uzaktaymış gibi geliyor. CD satıcısı Rabbah, "Kimsenin buralarda kampanya yürüttüğünü görmedik." diyor.
Yöredeki sosyal görevli Laurence Ribeaucourt, Clichy-sous-Bois'da yaşayanların ülkede bir seçim yapılacağının farkında olduklarını ama olaya sanki başka bir ülkede olacakmış gibi baktıklarını söylüyor.
Banliyöde dışlanmışlık duygusu çok derin. Clichy, Fransa'nın göçmen nüfusun yaşadığı, adı çıkmış banliyölerinden biri.
2005 Ekim'inde Clichy'de iki gencin öldürülmesi ardından üç hafta süreyle ayaklanmalar patlak vermiş, Fransa'nın birçok yerindeki sosyal konut bölgelerinde yağmalamalar ve araba yakma olayları yaşanmıştı. Bu olayların üzerinden geçen 6,5 yıl sonra, Clichy sakinleri her zamanki gibi ihmal edilmiş hissediyorlar kendilerini.
Laurence Ribeaucourt

Laurence Ribeaucourt (Sosyal görevli)

"Problemler o kadar büyük ki, küçücük bir kıvılcım herşeyin parlayıvermesi için yeterli."
Clichy'nin, her yanı dökülen ama yine de kalabalık alışveriş merkezinde buluştuğum 38 yaşındaki Batı Afrikalı Birama Fofana, "Kimse bizim sorunlarımızdan söz etmiyor. 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında, ayaklanmaların anısı hala canlıyken, herkes banliyöleri konuşuyordu. Şimdiyse kimse konuşmuyor. Unutulduk biz." diyor.

'Yanlış yerden geliyor olmak'

Bazıları, ayaklanmaların durumu daha da kötüleştirdiği inancında.
Bir başka göçmen, Diabe Sy'ye göre, Clichy, insanların iş bulma umudunun çok az olduğu, anlamsızca şiddet eylemlerine giriştiği bir simge haline geldi. "Clichy'de oturuyorum dediğinizde, işverenler size suçlu gözüyle bakıyor." diyor.
Fransa'nın banliyölerinde gençler arasında işsizlik oranı genelde yüzde 40'ı buluyor.
2008'de Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, "Fransa'da başarılı olmanın, yaptığınız işe değil de, sosyal kökenlerinize, yaşadığınız mahalleye, adınıza veya derinizin rengine bağlı olduğu" yolundaki yaygın görüşe, öfkeli tepki göstermişti.
Ancak Sarkozy'nin beş yıllık cumhurbaşkanlığı sırasında pek az şey değişti. Laurence Ribeaucourt, istihdam alanındaki ayrımcılığın hala çok büyük olduğunu vurguluyor.
Ribeaucourt, bir fırında staj olanağı buldukları öğrencinin durumunu örnek gösteriyor. Öğrenci fırına geldiğinde, fırın sahibi, gencin siyah olduğunu görür görmez kapıyı göstermiş.
Ayrımcılığın yanı sıra, banliyö sakinleri yoksulluk, uyuşturucu madde kullanımı, dağılan aileler gibi bir dizi sosyal sorunla da boğuştuğu için, ilerleme kaydedilemiyor.
Ulaştırma alanındaki eksiklikler yüzünden Clichy'den, 16 km. uzaklıktaki Paris'e ancak iki saatte gidilebiliyor. Dolayısıyla birçokları buraya hapsedilmiş hissediyor kendisini.
Ribeaucourt, "Durum biraz 2005 isyanları öncesini andırıyor. Problemler o kadar büyük ki, küçücük bir kıvılcım herşeyin parlayıvermesi için yeterli." diyor.

Aynı hamam aynı tas

Hakça davranmak gerekirse, bölge tamamen de ihmal edilmedi Sarkozy'nin cumhurbaşkanlığı sırasında. Clichy ve komşusu Montfermeil'i çevreleyen konut projelerine 380 milyar euro tutarında yenileme yatırımı yapılmakta. 1960'ların sıkıcı apartmanlarının yerini renkli, alçak binalar alıyor.
Ocak ayında da İçişleri Bakanı Claude Gueant, Clichy-Montfermeil bölgesini kapsayan yeni emniyet binasının açılışını yaptı. Suç oranının çok yüksek olduğu, polisin gitmeye cesaret ya da aldırış etmediği bu bölgenin sakinlerinin nicedir talep ettiklerini birşeydi bu...
Ama bu gelişmeler, büyük bir değişim yaratacak gibi görünmüyor. Parlak yeni binaların yanı başında eski yüksek apartman bloklarının birçoğu bomboş duruyor öyle.
İsyancılara karşı çelik duvarlarla korunan bir kale izlenimi yaratan yeni emniyet binası, Clichy-Montfermeil'e daha da gerçeküstü bir hava katıyor.
Pazardaki satıcılardan Jean-Pierre Marchand, "Görüntü değişiyor belki ama, sorunlar aynen duruyor." diyor.
25 yaşındaki Cezayirli göçmen Linda'nın durumu bir diğer örnek. Şimdi yeni binada oturuyor. 18 ay önce yaşadıkları köhne apartmanın tersine, burada asansör çalışıyor, ama verilen daire pahalı ve aile için küçük. Annesi, babası, kocası, 7 aylık oğlu, kızkardeşi ve genç yeğeniyle yaşıyor burada. Tüm ailenin tek geliri Linda'nın babasının aldığı maluliyet maaşı...
Çalışma izni olmadığı için iş bulamıyor Linda. Geçici oturma izni yakında sona erecek olan kocası Muhammed de aynı nedenle işsiz. Oğulları Fransa'da doğmuş olmasına rağmen bebeğe Fransız vatandaşlığı verilmemiş.
"Hepimizin en önemli derdi resmi belgeler." diyor Muhammed. Bölgede güvenlik önlemlerinin artırılmasına da pek aldırış etmiyor. İşgüzar polisin kendisi gibi genç erkekleri daha çok durdurup, sorguya çektiğini anlatıyor.
Her ikisi de, göç ve göçmenler konusundaki tavrını giderek sertleştiren Cumhurbaşkanı Sarkozy'ye düşmanlık duyuyor.
"Sarkozy bizi sevmiyor." diyor Linda. "O zenginlerin yanında, fakirlerin değil. Verdiği sözlere rağmen hiçbir şeyi değiştirmedi. Herşeyi daha da kötüleştirdi." diye sürdürüyor.

Sığır eti ve İslamiyet

Ahmed Hadef
Bu tür duygular, Sarkozy'nin 2005'te İçişleri Bakanı'yken, "sosyal konutları yoğun tazyikli hortumla temizleyeceğim" dediğinin hala unutulmadığı banliyölerde yaygın.
Ama buralarda ortanın solundaki aday François Hollande'a da fazla bir ilgi ve destek görülmüyor.
Gençlerle çalışan ve Montfermeil belediyesinde görev yapan Ahmed Hadef, Sosyalistlerin ağırlıkta olduğu Senato'nun yakınlarda, baş örtüsü ve türban da dahil dini simgeleri çocuk yuvalarında yasakladığını; hatta evde başkalarının çocuklarına bakan ve devletten para alan kadınların bile başlarını örtmelerine izin verilmeyeceğini hatırlatıyor.
Ahmed Hadef, İslamiyete saldırıda bulunmayan tek aday diye nitelediği, Avrupa Birliği'ne kuşkulu bakan ve Fransız siyasetinin ana akımında yer almayan Nicolas Dupont d'Aignan'a oy vermeyi düşündüğünü söylüyor.
Bu yılki cumhurbaşkanlığı seçimi kampanyalarında İslamiyetle ilişkili konular öne çıktı. Üzerinde etiket bulunmayan 'helâl' etlerin aslında yaygın şekilde kullanıldığı öne sürüldü.
Bu, Fransa'daki birçok Müslümanı çok kızdırdı. Montfermeil Müslüman Kültür Derneği'nin başkanı Amar Brahmi, özellike Fransa gibi lâik bir ülkede, dinin, siyasetin dışında bırakılması gerektiğini savunuyor; Müslümanların da Fransız olduğunu ve helâl et konusunun gündeme getirilmesiyle, seçimde oy toplamak uğruna, ulusun bir bölümünün dışlandığını kaydediyor.
Müslümanların ulustan ayrı bir toplum oluşturduğu kaygıları, sadece oy peşindeki politikacıların söylemi değil. Geçen Ekim'de İslam uzmanı Gilles Keppel, ki kendisine bağlı araştırma ekibi Clichy ve Montfermeil'da bir yıl süreyle araştırma yürütmüştü - banliyölerde "Müslüman kimliğinin yoğunlaştığı ve bu toplulukların, kendilerini ihmal eden Fransız toplumundan giderek daha fazla koptukları" saptamasını yapmıştı.
Keppel raporu toplumda tartışma yarattı. Ancak 2012 seçimlerindeki cumhurbaşkanı adayları ile Clichy sakinleri arasındaki karşılıklı umursamazlık havası, rapordaki bazı bulguları doğrular nitelikte.
20 yıldır bölgede yaşayan, çalışan sosyal görevli Laurence Ribeaucourt, yaşanan durumu "Ayrı dünyaların insanlarıyız" sözcükleriyle özetliyor..

Patrona dost bir sendika- Afganistan


Afganistan'da sendikacı olmak

Son güncelleme: 22 MART 2012 - TSİ 12:00
Kayiz Han sendikaya çok şey borçlu
Kayiz Han daha 22 yaşında. Ama daha şimdiden bütün bir fabrikanın üretimini kontrol ediyor. Han, Kabil’in sanayi bölgesi Pul-i Çarhi’de bir oksijen fabrikasının makine müdürü.
“Bütün bunları sendikaya borçluyum“ diyor, “12 yaşındayken babam parasızlıktan beni okuldan aldı ve bu fabrikaya çırak verdi. Sonra sendikanın girişimiyle, işveren bana bu makineleri kullanmayı öğretti. Yıllar sonra, şimdi yanımda yeni bir çırak var, onu yetiştiriyorum.”
Kayiz Han’ın hayatını değiştiren, belki de kurtaran sendika, Afgan İşçileri Ulusal Birliği (NUAE). NUAE çok eski bir kuruluş ve aslında bir çeşit çatı örgütü. 1947 yılında kurulmuş. Bugün hâlâ 100 binden fazla üyesi var. Afganistan’ın hemen hemen tüm vilayetlerinde örgütlü.

Hayat kurtaran sendika

Mesela Kayiz Han’ın fabrikasında çalışan 22 işçi de sendikalı. İlk yıllarda dönemin iktidarıyla iyi ilişkiler içinde, ülkenin kalkınmasına önemli katkılarda bulunmuş. Hükümet işçilere her ay yiyecek ve malzeme yardımı yapmayı kabul edince, NUAE üyeleri iki ay gibi kısa bir süre içinde başkent Kabil’i, Bagram ilçesine bağlayan ve ülke ticaretinde stratejik öneme sahip yaklaşık 65 kilometrelik karayolunu inşa etmiş.
İlk yıllarda sendikaya sol eğilimler hâkimmiş. Özellikle de, daha sonra iktidarı ele geçiren komünist eğilimli Afganistan Demokratik Halk Partisi. Bugün bu sendika yepyeni bir yönetime sahip.
Ocak ayında yapılan bir kongreyle, 30 yıl süren acı bir süreci noktaladıklarına inanıyorlar. Çünkü komünistlerin sendikaları kendi partilerinin bir çeşit yan kuruluşu haline getirmesiyle önce birçok eyalette üyelerinin güvenini kaybeden NUAE, Mücahit grupların acımasız iç savaşı sırasında birçok üye ve yöneticisini yitirmiş.

Taliban sendikaları yasakladı

Ardından Mücahit gruplarını silahla püskürtüp ülkeyi ele geçiren Taliban, sendikaları tamamen yasaklamış, binalarını yakmış, sendikacıları bulduğu yerde imha etmiş. Ancak Karzai hükümetinin işbaşına gelmesiyle yeniden çalışmalarına izin verilmiş.
Sendika başkanına göre istihdam güvenliğin ön şartlarından biri
Son kongrede yeni başkan seçilen Dr. Kadir Marufi, “Ülkemizde çok büyük bir işsizlik sorunu var“ diyor, “Eğer bu sorun çözülebilir veya en azından hafifletilebilirse hem Afganistan, hem de uluslararası toplum daha güven içinde yaşar.“
Gerçekten de, 10 yıldır devam eden Batı işgali ve yoğun dış yardım döneminin sonunda Hindukuş Dağları’nın eteklerinde yaşanan en büyük sorun, yurt dışından ülkeye gelen büyük miktarda paranın belli ellerde toplanması ve halka akmaması. Gelir dağılımındaki büyük adaletsizlik yüzünden bir yandan halk Karzai hükümetine güvenini yitiriyor, diğer yandan da aç, yoksul ve çaresiz binlerce köylü, var olan yönetime ve yabancı askerlere karşı dağlarda savaşmaya gidiyor.

'İşçiyle patronun ortak sorunu: Hükümet'

Fakat Marufi ve arkadaşlarının işi çok zor. “Bizim işverenlerle sorunumuz yok“, diyor çalışma yasaları uzmanı Marufi, “Onların ve bizim sorunumuz ortak: Hükümet!”
Ülkede yeni bir Çalışma Yasası hazırlanıyor ama tasarıda işçi haklarından tek kelimeyle bile söz edilmiyor. NUAE bunu değiştirmeye kararlı ve işverenlerden de destek görüyor. Ama Marufi, hükümet yetkililerinin ne üst ne de alt düzeyde işlerinin gerektirdiği bilgiye sahip olmamasından, yasaları bilmemesinden şikâyetçi.
Başka sorunlar da var tabii. Örneğin, korkunç boyutlara varan çocuk emeği sömürüsü. NUAE, çocukların çalışmasının da, dilenmesinin de yasaklanmasını, bu çocukların okula gönderilmesini ve maddi yoksunluktan dolayı çocuklarını çalışmaya ya da dilenmeye zorlamaya mecbur olan ailelere maddi yardım yapılmasını talep ediyor.
Marufi, 'sorunumuz hükümet' diyor
Ülkede 10 milyon işsiz insan varken, başta Pakistan olmak üzere yabancı ülkelerden işçi getirilmesi de NUAE’nin mücadele ettiği bir diğer sorun. Marufi, bu yabancı işçilerin kaçak çalıştırıldığına işaret edip, “En azından yasallaştırsınlar o işçileri“ diyor.

Sendikanın mal varlığı ve yolsuzluk

Fakat sendikacıların en büyük sorunlarından biri, kendi içlerinde. Uzun yıllar içinde biriken mal ve mülk sayesinde NUAE sanıldığının aksine çok zengin.
Örneğin, Kabil’in en büyük otellerinden biri ve dev Amerikan Büyükelçiliği yıllardan beri bu sendikanın kiracısı. NUAE Genel Merkezi de zaten bu büyükelçilik ile çeşitli özel Amerikan güvenlik şirketlerinin arasında.
Para olan yerde, sorun da oluyor. Marufi, son yıllarda sendika yönetiminin yolsuzluklar ve şahsi zenginleşme çabaları içinde boğulduğunu anlatıyor. Ama bunun artık biteceğinden emin konuşuyor:
“Ben yolsuzluk yapmayacağım, o zaman üyelerimiz de yapmaz. Yolsuzlukla mücadele eden herkesin yaşamı tabii tehlikededir. Ama ben Müslüman’ım, ölürsem şehit olurum. O yüzden de ölmekten korkmuyorum. Yolsuzluk sorununu da ancak ölümden korkmayan biri çözer!”

15 Mart 2012 Perşembe

Katar neden Arap Ayaklanmalarına sahne olmuyor?

Katar Ülkesi

  1. Nüfusun %96'sı kentlerde yaşar. 
  2. ABD'ye 60 yıl yetecek kadar doğal gaz rezervi vardır.
  3. Ekonomide uçuk gelişmesini esasen son 10 senede sağlamıştır.
  4. Yaklaşık olarak 11.500 km kareli bir yüzölçümüne ve 2 milyona yakın bir nüfusa sahiptir.
  5. Ancak %40'ı Araplardan oluşur. %18'si Hintli ve diğer bir %18'si Pakistanlıdır. 
  6. Dörtte üçü Müslümandır.
  7. En önemli ihraç ürünleri petrol ve doğal gazdır.
  8. Yaş ortalaması 30 civarlarındadır.
  9. Ömür beklentisi erkeklerde 70 ve kadınlarda 75'tir.
  10. Arapça, Urduca ve İngilizce yaygındır.
  11. Arabistan yarımadasının doğusunda S. Arabistan ve Bahreyn ile komşudur.
  12. Şeyhlikle (emirlik) yönetilir, Vahabilik yaygındır.
  13. Katar'da ikamet eden her dört kişiden üçü yabancıdır. 
  14. 2005 senesi verilerine göre ülkede eğitim harcamaları toplam Gayrisafi Yurtiçi Hasıla’nın %3.3’ünü oluşturmaktadır. 
  15. Ülke 3 Eylül 1971 tarihinde İngiltere’den ayrılarak bağımsızlığını ilan etmiştir. Anayasa 29 Nisan 2003 senesinde yapılan referandum ile şekillendirilmiş ve 8 Haziran 2004 tarihinde Emir tarafından son halini almıştır. Düzenlemeleri yapılan ve Emir tarafından son şekli verilen anayasa 9 Haziran 2005 tarihinden itibaren yürürlüğe girmiştir.
  16. Ülkede İslam hukuk kuralları ve halkın benimsediği halk kanunları hukuk sistemini oluşturmaktadır. Fakat, son söz Emir’e aittir ve Halk Kanunları da önemli bir yer tutmaktadır. Ülkede yürütme organı, Emir Hamad bin Khalifa al-Thani’Dir. 
  17. Ülke Gayrisafi Milli Hasılası’nın %50’sini oluşturan petrol ve doğal gaz gelirleri; ihracat gelirlerinin yaklaşık olarak %85’ini ve hükümet gelirlerinin ise %70’ini oluşturmaktadır. Petrol ve doğal gaz Katar’ı kişibaşı gelir açısından, Lihtenştayn’dan sonra en yüksek ülke konumuna getirmiştir. Yaklaşık olarak 15 milyar varil rezervi olduğu hesaplanan ülkede, doğal gaz rezervinin ise 26 trilyon metreküp olduğu hesaplanmaktadır ki bu rakam ülkeyi doğal gaz açısından dünyada üçüncü sıraya yerleştirmektedir. Katar aynı zamanda dünya doğalgaz ihtiyacının %14’ünü karşılayan ülke konumundadır. Petrol fiyatlarındaki düşüş ve 2008 sonu dünya ekonomik krizi ülke ekonomisini olumsuz yönde etkilemiş ve 2009 yılı yatırım planlarının azalmasına neden olmuştur.  
  18. 2008 yılı Gayrisafi Yurtiçi hasılası 85,35 milyar dolar olan Katar’da bu rakam 2007 senesinde 76,75 milyar dolar ve 2006 senesinde ise 68,84 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir. Ülke Gayrisafi Milli Hasılası ise 2008 senesi itibari ile 116,9 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir. Kişbaşı Gayrisafi Milli Hasıla 2008 senesinde 103,500 dolar olarak gerçekleşirken, 2007 senesinde 94,200 dolar ve 2006 senesinde ise 85,800 dolar olarak gerçekleşmiştir. 
  19. Ülke bütçesi açısından değerlendirildiğinde toplam gelirlerin 40,36 milyar dolar ve toplam giderlerin ise 28,08 milyar dolar olduğu 2008 senesi verilerine yansımıştır. Hükümet borçlarının Gayrisafi Milli Hasıla’nın %6’sını teşkil ettiği Katar’da işsizlik oranı ise 2008 senesi itibariyle toplam nüfusun %0.6’sını oluşturmaktadır. Kişibaşı Gelir açısından dünya sıralamasında üst sıralarda yer alan Katar’da enflasyon oranı ise 2008 senesi ekonomik verilerine göre %15,2 olarak gerçekleşmiştir.  
  20. Katar konomisi, meyve, sebze, süt ürünleri, et ve balık ürünlerine dayanmaktadır. Ülkede yer alan belli başlı ticaret alanları ise; petrol üretimi ve rafinerisi, petrokimya, demir işlemeciliği, çimento ve ticari gemi üretimidir. 
  21. Ekonomisinin büyük oranda petrole ve doğalgaza dayalı olduğu ülkede günlük petrol üretimi 1,125 milyon varil ve günlük petrol tüketimi ise 108,900 varil olarak gerçekleşmiştir. 2005 senesi verilrine göre günlük petrol ihracatı 1,026 milyon varil olan ülke hiç petrol ithatalı yapmamaktadır. 1 Ocak 2008 tarihi itibariyle 15,21 milyar varil petrol rezervi olan Katar’da günlük doğalgaz üretimi 2007 sensinde 59,8 milyar metreküptür. Ülke 2007 senesi itibariyle 39,3 milyar metreküplük doğalgaz ihracatı yapmaktadır. 
  22. 2008 senesinde doğalgaz, petrol-petrol ürünleri ve demir ürünlerine dayanan ihracat rakamları 62,44 milyar olarak gerçekleşirken, makine, taşımacılık malzemeleri, yiyecek ve kimya ürünlerine dayanan ithalat rakamları 24,96 milyar olarak gerçekleşmiştir. Katar’ın ithalat yaptığı ülkeler;Japonya(%39,9), Güney Kore( %19,9), Singapur( %9,9), Hindistan( %5,1), Tayland( %4,9) ve Birleşik Arap Emirliklri( %4) iken İhracat yaptığı ülkeler ise Amerika( %13,3), İtalya( %10,8), Almanya( %7,3), İngiltere(%5,7), Güney Kore(%5,6), Birleşik Arap Emirlikleri( %5,1), ve Suudi Arabistan(%4,3)’tür. 31 Aralık 2008 tarihi itibariyle ülkenin dış borcu 48,91 milyar dolar olarak gerçekleşirken, yabancı yatırım tutarı 3,627 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir. 
  23. ÜLKEDE ULAŞIM DEVELERLE DEĞİL SON MODEL OTOMOBİLLER VE UÇAKLARLA YAPILMAKTADIR. (Arap düşmanlarına duyurulur!)

Proletarya Partisinin Din Konusundaki Tutumu

Viladimir İliç Lenin
Proletarya Partisinin
Din Konusundaki Tutumu

      Duma'da Synod bütçesi görüşülürken Milletvekili Surkov'un yaptığı konuşma ve bu konuşmanın taslağı görüşülürken Duma grubumuzda yapılan tartışma, özellikle şu anda son derece önemli ve ivedi bir sorun ortaya çıkarttı. Bugün "toplum"un geniş çevrelerinde dinle ilgili herşey kuşkusuz büyük ilgi toplamakta ve bu konular işçi sınıfı hareketine yakın aydınlar ve belirli işçi çevrelelerine de sızmaktadır. Bu nedenle Sosyal-Demokratlara düşen kesin görev din konusundaki tutumlarını kamuya açıklamaktır.

      Sosyal Demokrasi dünya görüşünü bilimsel sosyalizm, yani Marksizm temeline dayar. Marks ve Engels'in çeşitli kereler tekrarladıkları gibi Marksizmin felsefi temeli, Fransa'daki 18. Yüzyıl maddeciliğinin ve Almanyada'ki Feuerbach (19. Yüzyılın ilk yarısı) maddeciliğinin tarihsel geleneklerini benimsemiş olan, tamamen ateist ve dine karşı tavırdaki diyalektik maddeciliktir. Unutmayalım ki, Marks'ın taslak halindeyken okuduğu Engels'in Anti-Dühring'inin tamamı, maddeci ve ateist olan Dühring'i tutarlı bir maddeci olmamak ve din ile din felsefesine açık kapı bırakmakla suçlar. Yine unutmayalım ki, Engels, Ludwig Feuerbach ile ilgili yapıtında, dini ortadan kaldırmak için değil de, yeniden canlandırmak, yeni, "yüceltilmiş" bir din kurmak için savaş açtı diye Feuerbach'a çatar. Din halkı uyutmak için kullanılan afyondur. (Marks, Hegel'in Sağ Felsefesinin Eleştirisine Katkı, Giriş) Marks'ın bu sözü din konusundaki Marksist görüşün temel taşıdır. Marksizm bütün modern dinleri, kiliseleri ve her türlü dinsel örgütü, işçi sınıfının sömürülmesini ve ezilmesini savunmaya hizmet edecek birer burjuva gericiliğinin aracı olarak görür.

      Engels aynı zamanda, Sosyal Demokratlardan "daha sol" ya da "daha devrimci" olmak isteyenlerin dine savaş açarcasına işçi partisinin programına ateist olduklarının konulması yolundaki çabalarını da sık sık suçlamıştır. Engels 1874'de Londra'da sürgünde yaşayan Blanquist geçici Komünarların ünlü manifestosundan söz ederken, onların dine savaş açmalarını budalalık olarak nitelemiş ve böylesi bir savaş açmanın dine karşı yeniden ilgi duyulmasını sağlamak ve dinin gerçekten ortadan kalkmasını engellemek için en iyi yol olduğunu belirtmiştir. Engels, Blanquistleri ezilen kitleleri din boyunduruğundan ancak emekçi kitlelerin mücadelesinin kurtaracağını, proletaryayı en yaygın biçimde bilinçli ve devrimci uygulamaya sokarak kurtaracağını kavramamakla suçlamış ve dine savaş açılmasını işçi partisinin siyasal görevi olarak yorumlamanın anarşist safsatadan başka birşey olmayacağını belirlemiştir. 1877'de Anti-Dühring'inde de, düşünür Dühring'in ülkücülük ve dine karşı verdiği en ufak ödünlere karşı çıkan Engels, Dühring'in sosyalist toplumda dinin yasaklanması yolundaki sözde devrimci görüşünü de yerer.

      Engels dine karşı böylesi savaş açmanın "Bismarck'ı geride bırakacak ölçüde Bismarck'cılık" yani Bismarck'ın dine (ünlü Kültür Savaşı-Kulturkampf, 1870'lerde Alman Katolik Partisine, "Merkez" partiye karşı polis kovuşturmasıyla) karşı giriştiği mücadeleyi boşuna tekrarlamaktan başka bir şey olmadığını tekrarlamıştır. Bismarck bu mücadeleyle katoliklerin militan dinciliğini uyarmaktan ve gerçek kültür çalışmalarını zedelemekten öte bir yarar sağlamamıştır. Çünkü, siyasal bölünmelerden çok dinsel bölünmelere önem vermiş, işçi sınıfının ve öteki demokratik unsurların dikkatini sınıfsal ve devrimci mücadelenin ivedi görevlerinden çekerek, en yapay, en düzmece burjuva din karşıtlığına yöneltmiştir.

      Engels, sözüm ona ultra-devrimci Dühring'i Bismarck'ın saçmalığını bir başka biçimde tekrarlamak istediği için suçlarken, işçi partinin proletaryayı örgütlemekte ve eğitmekte sabırlı davranabileceğini, böylelikle dine karşı savaş açmak gibi siyasal bir kumara girişmeksizin dinin giderek ortadan kalkmasını sağlayabileceğini belirtmiştir. Bu görüş, örneğin Cizvitlere özgürlük verilmesini, Almanya'ya girmelerine izin çıkarılmasını, herhangi bir dine karşı polis yöntemleri uygulanmasına son verilmesini savunan Alman Sosyal-Demokrasinin özünü oluşturan ögelerden biri olmuştur. Erfurt Programındaki (1891) ünlü "Din kişisel bir sorundur" maddesi, Sosyal-Demokratların bu siyasal taktiklerinin özetidir.

      Bu taktikler artık gündelik bir olay durumuna gelmiş, Marksizmin ters yönde saptırılmasına, oportünizm yönünde saptırılmasına yol açmıştır. Erfurt Programındaki bu madde, biz Sosyal-Demokratlar için, parti olarak hepimiz için din kişisel bir sorundur biçiminde yorumlanmıştır. 1890'larda Engels bu oportünist görüşü doğrudan doğruya karşısına almaksızın, buna polemikle değil somut verilerle karşı çıkılması gerektiğini ileri sürmüştür. Örneğin kendisi bu karşı çıkışı, özellikle vurguladığı bir sözle, Sosyal-Demokratların dini devlet işleri açısından kişisel bir sorun olarak aldıklarını, herhalde kendileri açısından, Marksizm açısından ve işçi partisi açısından soruna böyle bakmadıklarını söyleyerek belirlemiştir.

      Marks ve Engels'in din konusundaki sözlerinin görünürdeki tarihçesi budur. Marksizme savruk yaklaşımı olanlar, düşünemeyen ve düşünmeyecek olanlar için, bu tarihçe Marksist çelişkiler ve bocalamalar niteliğinde, "tutarlı" ateizm ile dinin ağzına sunulan "hazır lokmalar"ın bir karışımı, tanrıya karşı açılmış devrimci savaş ile dindar işçilerin gözünü boyamaya yönelen korkakça bir tavır, işçileri ürkütmekten çekinen bir tutum arasında bocalama niteliğinde bir anlamsızlık örneğidir. Anarşist şamatacıların yazıları Marksizme bu yönde yapılmış çeşitli saldırılarla doludur.

      Oysa Marksizme ciddi olarak yaklaşabilen, Marksizmin felsefi ilkeler ve uluslararası Sosyal-Demokrasi deneyi üzerinde düşünebilen herkes, din konusundaki Marksist taktiklerin kesinlikle tutarlı olduğunu, Marks ve Engels tarafından özenle düşünülmüş bulunduğunu, birtakım cahillerin bocalama diye tanımladıkları tutumun gerçekte diyalektik maddeciliğin mutlak ve kaçınılmaz bir sonucu olduğunu hemen görecektir. Din konusunda Marksizmin görünüşteki "ılımlılığının" kimseyi ürkütmemek vb. endişesinden doğduğunu düşünmek çok yanlış olur. Tam tersine bu konuda da Marksizmin siyasal çizgisi, felsefe ilkeleriyle sıkı sıkıya bağlantılıdır.
      Marksizm maddeciliktir. Böyle olduğu için de, konusunda en azından 18. yüzyıl Ansiklopedistlerinin maddeciliği ya da Feuerbach'ın maddeciliği oranında kesin bir karşıtlığı vardır. Bu hiç kuşku götürmez. Ne var ki Marks ve Engels'in diyalaktik maddeciliği, ansiklopedistlerin ve Feuerbach'ın maddeciliğini aşar, çünkü maddeci felsefeyi tarih alanında, toplum bilimleri alanında da uygular. Dinle savaşmalıyız- bu, her türlü maddeciliğin ve doğal olarak Marksizmin ABC'sidir. Ancak Marksizm, ABC'de donmuş kalmış maddecilik değildir. Marksizm daha ileri giderek şöyle der: Dinle nasıl savaşacağımızı bilmeliyiz, bunu yapabilmek için de inancın ve dinin kökenini kitlelere maddeci bir biçimde açıklamalıyız. Dinle savaş, soyut ideolojik öğütler çerçevesinde kalamaz, bu tür sınırlı öğütlere indirgenmemelidir. Dinle savaş, dinin toplumsal kökenini ortadan kaldırmayı amaçlayan sınıf hareketinin somut uygulamasıyla bağlanmalıdır. Din etkisini neden en çok geri kalmış şehir proletaryası, yarı-proletarya ve köylü kitlesi üzerinde göstermektedir? Burjuva ilerici aydınları, radikaller ve burjuva maddecileri bu soruya "cahil oldukları için" diye cevap verirler. O zaman da "kahrolsun din, yaşasın dinsizlik! Ateist görüşleri yaymak başlıca görevimizdir"- diye haykırmaya başlarlar. Marksistler ise, bunun doğru olmadığını, aldatıcı bir görüş olduğunu, dar görüşlü burjuvaların fikri olduğunu söylerler. Bu görüş dinin kökenini yeterince açıklamaz, açıklar da, maddeci biçimde değil, ülkücü biçimde açıklar. Modern kapitalist ülkelerde bu kökler genellikle toplumsaldır. Bugün dinin en derine uzanan kolu, emekçi kitlelerin toplumsal ezikliği ve hergün her saat emekçilere en dayanılmaz acıları, savaş, deprem vb. doğal afetlerden çok daha beter kahırları çektiren kapitalizmin karanlık güçleri karşısındaki çaresizliğidir.

      "Tanrıları korku yarattı". Sermayenin kör -halk kitleleri tarafından önceden sezilemediği için körgücünün korkusu yani proletaryanın küçük-esnafın yaşamının her adımında "ansızın", "beklenmedik" ve "rastlantısal" bir yıkıntı, yok olma, yoksulluk, fahişelik, açlıktan ölmek gibi tehlikeler yaratan gücün korkusu, modern dinin kökenidir. Maddeciler ana-okulu düzeyinde kalmak istemiyorlarsa, öncelikle bunu hatırdan çıkarmamalıdırlar. Kapitalist düzenin ağır işi altında ezilen ve kapitalizmin kör, yıkıcı güçlerinin insafına bağlı olarak yaşamını sürdüren kitleler, dinin bu kökenine karşı savaşmayı, sermaye egemenliğinin her türlüsüne karşı birlikte, örgütlü, planlı ve bilinçli bir savaş vermeyi kendi kendilerine öğrenmedikleri sürece, hiçbir eğitici kitap bu kitlelerin kafasındaki din inancını çürütemez.

      Bu, dine karşı olan eğitici kitapların zararlı veya gereksiz olması mı demektir? Hayır hiç de değil. Bu demektir ki Sosyal-Demokrasinin ateist propagandası, temel ödevine yani sömürülen kitlelerin sömürücülere karşı sınıf mücadelesini geliştirmek ödevine bağlanmalıdır. Diyalektik maddecilik ilkelerini, yani Marks ve Engels'in felsefesini yeterince incelememiş olanlar bu öneriyi anlayamazlar: (ya da en azından ilk bakışta kavrayamazlar). "Nasıl olur bu" derler. "Binlerce yıldır süregelen kültür ve ilerlemenin bu düşmanına (dine) karşı yürütülecek ideolojik propaganda, belirli görüşlerin öğretisi ve verilecek mücadele, sınıf mücadelesine, yani ekonomik ve siyasal alanda belirli amaçlara yönelik bir mücadeleye mi bağımlanacak?" derler.

      Bu tür sözler, Marksist diyalektiğin kavranmamış olduğunu kesin kanıtlayan karşı çıkışlardır. Bu tür çıkışları yapanları şaşırtan çelişki, gerçek yaşamdaki gerçek bir çelişkidir. Yani uydurulmuş değil de, diyalektik olan çelişkidir. Kuramsal ateizm propagandası, yani proletaryanın belirli kesimlerindeki dinsel inancın yıkılması ile bu kesimlerin sınıf mücadelesinin başarısı, ilerlemesi ve koşulları oranında kesin bir ayrım yapmak demek, diyalektiğe aykırı düşünmek, göreceli ve değişken bir sınırı kesin bir sınıra dönüştürmek, gerçek yaşamda çözülmez biçimde bağlantılı olan birşeyi zorla birbirinden koparmak demektir. Bir örnek verelim. Diyelim ki, belirli bir bölgede ve belirli bir endüstri kesiminde bulunan proletarya, biri sınıf bilinci oldukça gelişmiş ve kuşkusuz ateist olan Sosyal-Demokratlar, ikincisi köyle ve köylülükle ilişkilerini henüz koparmamış olan, tanrıya inanan, kiliseye giden, hatta bir Hıristiyan sendikası örgütlemekte olan yerel papazın etkisindeki geri kalmış işçiler olmak üzere ikiye bölünmüş olsun. Yine diyelim ki, bu bölgedeki ekonomik mücadele bir grev sonucunu doğurmuş olsun. Bu durumda bir Marksiste düşen görev, grevin başarıya ulaşmasını herşeyin üzerinde tutmak, bu mücadelede işçilerin ateistler ve Hıristiyanlar olarak ikiye bölünmesine kesinlikle karşı çıkmak, bu tür herhangi bir bölünmeye engel olmaktır. Proletaryanın geri kalmış kesimlerini ürkütmek, seçimlerde sandalye kaybetmek vb. endişelerden değil, modern kapitalist toplum koşullarında Hıristiyan işçilerin Sosyal Demokrasiye ve ateizme dönmelerinde ateist propagandadan yüz kat daha etkili olacak durumlarda ateist propaganda gereksiz ve zararlı olabilir. Böyle bir anda ve böyle bir ortamda ateist propaganda yapmak, işçilerin grevdeki tavırlarına göre değil de, dinsel inançlarına göre bölünmelerini isteyen papazların ekmeğine yağ sürmek demektir. Ne olursa olsun tanrıya savaş açılmasını isteyen bir anarşist, gerçekte papazlara ve burjuvaziye yardım ediyor demektir (ki anarşistler uygulamada her zaman burjuvaziye yardım ederler). Bir Marksistin materyalist olması, yani dine karşı olması gerekir; ancak, bir diyalektik materyalistin dine karşı mücadeleyi soyut, kuramsal, değişmez bir biçimde değil de, uygulamada sürmekte olan ve kitleleri herşeyden iyi eğiten sınıf mücadelesinin somut temeline dayanarak yürütmesi gereklidir. Bir Marksist, somut durumu bir bütün olarak gözlemlemeli, anarşizm ile oportünizm arasındaki (göreceli, değişken olan ama mutlak varolan) sınırı ayırt edebilmelidir. Bir Marksist hiçbir zaman ne anarşistlerin soyut, sözde kalan, gerçekte ise boş "devrimciliği"ne, ne de dinle mücadeleye sırt çeviren, bunun görev olduğunu unutan, Tanrıya inanmayı kabullenen, davranışlarını belirlerken sınıf mücadelesini değil de kimseyi kırmamak incitmemek "beni sokmayan yılan bin yaşasın" kuralını bozmamak endişesiyle davranan küçük-burjuva ya da liberal aydınların oportünizmine aldanmamalıdır.

      Sosyal Demokratların din konusundaki tutumlarıyla ilgili bütün sorunlar bu açıdan ele alınmalıdır. Örneğin bir papazın Sosyal Demokrat Partiye üye olup olamayacağı sorusu sık sık ortaya atılır ve bu soruya da genellikle Avrupa Sosyal Demokrat Partilerinin deneyi kanıt getirilerek belirsiz, kesinlikten uzak olumlu cevap verilir. Oysa Avrupa'daki deney, sadece işçi hareketine Marksist doktrin uygulanmasının değil, aynı zamanda Rusya'da bulunmayan özel tarihsel koşulların (bu koşullardan daha sonra ayrıntılı olarak söz edeceğiz) sonucu olmuştur. Bu nedenle, bu soruya kesinlikten uzak bir olumlu cevap vermek yanlış olur. Papazların Sosyal Demokrat Partiye üye olamayacakları da, olabilecekleri de kesinlikle söylenemez. Bir papaz gelip de, ortak siyasal çalışmamıza katılmak ister, parti görevlerini dürüstçe yapar ve Parti programına karşı çıkmazsa Sosyal Demokratların safına katılması olumludur. Çünkü bu dinsel inançları arasındaki çelişki sadece kendisini ilgilendiren bir olay, kişisel çelişkisi olacaktır. Üstelik bir siyasal örgüt, üye alırken onların görüşleri ile kendi programı arasında bir uzlaşmazlık olup olmadığını araştırma durumunda değildir. Aslında böyle bir durum Rusya'da kesinlikle olanaksız olması yanı sıra, Batı Avrupa'da bile ender görülen, olağanüstü bir olaydır. Ama diyelim ki, bir papaz Sosyal Demokrat Partiye üye oldu da, sonra Parti içinde din propagandası yapmaya kalkıştı, işte o zaman Parti onu kesinlikle ihraç edecektir. Bize düşen, sadece Tanrıya inancını sürdüren işçileri Sosyal Demokrat Partiye almak değil, özellikle bunları partiye kaydetmeye çalışmaktır. Onların dinsel inançlarına karşı çıkmamalıyız, ama onları kendi programımızın ruhuna uygun olarak eğitmek için, programımıza karşı etkin bir mücadeleye yol açmamak için bu tür işçileri saflarımıza kaydetmeliyiz. Parti içinde düşünce özgürlüğüne hak tanırız. Ancak bu özgürlük, gruplaşma özgürlüğüyle belirlenen sınırlı bir özgürlüktür. Yoksa Parti çoğunluğunun karşıt olduğu görüşleri yaymaya çalışanlara el verecek değiliz.

      Bir başka örnek daha alalım. Sosyal Demokrat Partinin bütün üyeleri, hiçbir ayrım gözetmeksizin, "sosyalizm benim dinimdir" dedikleri için ve bu söze uygun görüşleri yaymaya çalıştıkları için eleştirilip kısıtlanmalı mıdır? Hayır! Bu durumda Marksizmden (bunun doğal sonucu olarak sosyalizmden) bir sapma olduğu tartışma götürmez, ne var ki bu sapmanın anlamı, göreceli önemli durumlara göre değişir. İşçilerle konuşan birinin, sözlerini daha iyi anlatmak, konuya daha kolay girmek, görüşlerini geri kalmış kitlelerin alışık oldukları çerçeve içinde aktarabilmek amacıyla bu tarzda konuşması bir olaydır. Bir yazarın "Tanrı yaratmak"tan ya da tanrı yaratan sosyalizmden (Lunacharski ve arkadaşları örneği) sözetmsi çok daha başka bir olaydır. Birinci örnekte herhangi bir kısıtlama, konuşmacının özgürlüğünü, "pedagojik" yöntemlerini seçme özgürlüğünü baltalayıcı bir tutum olduğu halde, ikinci örnekteki parti kısıtlaması gerekli bir davranış olur. Kimileri için "sosyalizm bir dindir" sözü, dinden sosyalizme geçişin bir biçimidir, kimileri için de sosyalizmden dine bir dönüşümdür.

      Şimdi de Batı'da "din kişisel bir sorundur" savının oportünist yorumuna yol açan koşulları ele alalım. Kuşkusuz buna yol açan koşullar bir bütün içinde, işçi sınıfı hareketinin çıkarlarını geçici çıkarlar adına feda etmek gibi oportünist davranışların tümüne yol açmış olan koşullardır. Proletaryanın partisi devletin dini kişisel bir sorun olarak belirlemesini ister, ancak halkın afyonu niteliğindeki dini, dinsel batıl inançlara karşı savaşı "kişisel sorun" olarak görmez. Oysa oportünistler sorunu saptırarak, Sosyal Demokrat Partinin dini kişisel bir sorun gibi yorumladığı izlenimini uyandırmaya çalışırlar.
      Din konusundaki konuşmayı tartışırken Duma'daki grubumuz tarafından açıklığa kavuşturulmamış olan bir başka durum da, oportünist saptırmalara ek olarak, Avrupa Sosyal Demokratlarının din konusundaki bugünkü aşırı kayıtsızlıklarına yol açan özel tarihsel koşulların da varlığıdır. Bu koşullar iki yönlüdür. Birincisi, dinle savaşmak görevi, tarihsel açıdan devrimci burjuvazinin görevidir ve Batıda burjuva demokrasisi, feodalizme ve orta çağ düzenine karşı giriştiği kendi devrimleri döneminde bu görevi büyük ölçüde yerine getirmiş (ya da engellemiştir). Gerek Fransa'da, gerek Almanya'da burjuvazinin dinle savaşma geleneği vardır ve bu sosyalizmden (Ansiklopedistlerden ve Feuerbach'tan) çok önce başlamıştır. Rusya'da ise, burjuva demokratik devrimimizin kendine özgü koşulları nedeniyle, bu görev de hemen hemen tümüyle işçi sınıfının omuzlarına yüklenmiştir. Ülkemizdeki küçük-burjuva demokrasisi (Narodnikler) bu konuda (Vekhi'de yazan Kara Yüz Kadetler veya Kadet Kara Yüzler'in sandığı gibi) gereğinden fazlasını değil, Avrupa'da yapılmış olanla karşılaştırıldığında yeterinden çok daha azını yapmıştır.

      Öte yandan, burjuvazinin dinle savaşma geleneği, Avrupa'da bu savaşın anarşistler (burjuvaziye şiddetle saldırmalarına karşın, aslında burjuva dünya görüşünün yanında yer aldıkları, Marksistler tarafından defalarca belirtilen anarşistler) tarafından saptırılmasına yol açmıştır. 1880'lerde Latin ülkelerinde anarşistler ve Blanqusitler, Almanya'da (Dühring'in öğrencisi olan) Most ve onu izleyenler, Avusturya'da anarşistler, dine karşı savaşta devrimci söylevleri aşırılığa götürmüşlerdir. Şimdi ise Avrupalı Sosyal Demokratların, anarşistlerle karşılaştırıldıklarında, işi öteki uca çekmelerine şaşmamak gerekir. Bunun nedeni anlaşılabilir ve belirli ölçüde hoş görülebilir. Fakat Rusya'daki Sosyal Demokratların Batının kendine özgü tarihsel koşullarını akıldan çıkarmaları doğru olmaz.

      İki yönlü olduğunu belirttiğimiz koşulların ikinci yönü de şudur: Batıda, ulusal burjuva devrimleri sona erdikten sonra, az çok dinsel özgürlük sağlandıktan sonra, dine karşı demokratik savaş yürütme sorunu, burjuva demokrasisinin sosyalizmle mücadelesi sırasında öylesine geri plana itilmiştir ki, burjuva hükümetleri kasıtlı olarak dine karşı sözüm ona liberal bir "saldırı" örgütleyerek kitlelerin dikkatini sosyalizmden uzağa çekmeye çalışmışlardır. Almanya'daki Kulturkampf'ın ve Fransa'da burjuva cumhuriyetçilerin dine karşı mücadelesi bu tür olaylardır. Burjuvazinin, işçi sınıfı kitlelerinin dikkatini sosyalizmden uzaklaştırmak amacıyla dine karşı giriştiği mücadele, bugün Batılı Sosyal Demokratların din savaşına "kayıtsız" duruma gelmelerine yol açmıştır. Bu da kolayca açıklanır ve anlaşılır bir olaydır, çünkü Sosyal Demokratlar burjuva din karşıtlığı ile Bismarck'cı tutumun karşısında din savaşını sosyalizm mücadelesine bağımlı kılmak zorunda kalmışlardır.

      Rusya'da ise koşullar oldukça başkadır. Proletarya bizim burjuva demokratik devrimimizin öncüsüdür. Bu nedenle, orta çağın tüm kalıntılarına ve bu arada eski resmi dine ve bunu canlandırma, yeniden biçimlendirme yolundaki tüm girişimlere karşı yürütülecek mücadeledeki ideolojik öncü de proletaryanın partisi olmalıdır. Bu yüzden, Engels dinin kişisel bir sorun olduğunu devletin belirlemesi yerine, Sosyal Demokratların ve partilerinin bu beyanda bulunmalarındaki oportünizme çatarken oldukça ılımlı olmasına karşın, bu sapmanın Rus oportünistleri tarafından ithaline yüz kat daha sert karşı çıkardı.

      Duma grubumuz, Duma kürsüsünden dinin halkın afyonu olduğunu açıklamak ve böylelikle Rus Sosyal Demokratlarının din konusundaki bütün sözlerine temel sağlamakla doğru davrandılar. İşi daha ileri götürüp, ateizm tartışmasının ayrıntılarına inmeleri gerekir miydi? Gerektiği kanısında değiliz. Böyle bir tutum, proletaryanın partisini din mücadelesini abartıyor durumuna düşürebilir, din konusunda burjuvazinin mücadelesi ile sosyalist mücadele arasındaki ayrımı gözden silebilirdi. Kara Yüz Dumasındaki Sosyal Demokrat grubun ilk görevi başarıyla yerine getirilmiştir.


      Sosyal Demokratların ikinci ve belki de onlar için en önemli görevi, yani kilisenin ve din adamlarının işçi sınıfına karşı açılan savaşta Kara Yüz hükümetini ve burjuvaziyi destekleyerek aldıkları sınıfsal tavrı kitlelere açıklamak görevi de başarıyla gerçekleştirilmiştir. Kuşkusuz bu konuda daha pek çok şey söylenebilir. Sosyal Demokratlar da bundan sonraki konuşmalarında yoldaş Surkov'un dediklerini nasıl geliştireceklerini de bileceklerdir. Surkov' un konuşması şimdiki haliyle de kusursuzdur ve bu konuşmayı bütün parti örgütlerinin yayması Partimizin kesin görevidir.

      Üçüncü görev, Alman oportünistlerinin sık sık saptırdıkları "din kişisel bir sorundur" önerisinin doğru anlamını ayrıntılarıyla açıklamaktı. Ne yazık ki, Yoldaş Surkov bunu yapmadı. Bu konuda Duma grubumuzun daha önceki çalışmalarında yoldaş Belousov tarafından bir yanlış yapılmış ve bu yanlış o zaman Proletarya'da yansıtılmış olduğu için yoldaş Surkov'un bu konuya değinmemiş olması üzücüdür. Duma grubundaki konuşmalar göstermektedir ki, ateizm tartışması, dinin kişisel sorun olması isteğinin doğru yorumlanması zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır. Bütün Duma grubunun yanlışı için sadece yoldaş Surkov'u suçlayacak değiliz. Üstelik, bu noktada sorunu yeterince açıklığa kavuşturmadığımız ve Alman oportünistleri karşısında Engels'in tutumunu Sosyal Demokratlara yeterince anlatamadığımız için bütün Partinin suçlu olduğunu da itiraf etmek zorundayız. Duma grubunda tartışma göstermektedir ki, bu sorun üzerinde Marks'ın öğretilerini hiçe saymak gibi bir tutum değil, tamamen bir yanlış anlama söz konusudur ve bu yanlışın grubun bundan sonraki konuşmalarında düzeltileceğine inanıyoruz.

      Yoldaş Surkov'un konuşmasının bütünüyle kusursuz olduğunu ve bütün örgütler tarafından yayılması gerektiğini bir kere daha tekrarlıyoruz. Duma gurubu bu konuşmayı tartışırken Sosyal Demokrat olarak görevini yerine getirdiğini göstermiştir. Grupla Partiyi daha yakınlaştırmak, grubun zor koşullarda çalışmalarını Partiye aktarmak ve Parti ile Duma grubunun çalışmaları arasında ideolojik bütünlük sağlamak amacıyla, Duma grubundaki tartışmaların parti yayın organlarına daha çok yansıtılması dileğimizdir.

Lenin

Proletarya, Sayı: 45
13 (28) Mayıs 1909