Viladimir İliç Lenin
Proletarya Partisinin
Din Konusundaki Tutumu
Duma'da Synod bütçesi görüşülürken Milletvekili Surkov'un yaptığı
konuşma ve bu konuşmanın taslağı görüşülürken Duma grubumuzda yapılan
tartışma, özellikle şu anda son derece önemli ve ivedi bir sorun ortaya
çıkarttı. Bugün "toplum"un geniş çevrelerinde dinle ilgili herşey
kuşkusuz büyük ilgi toplamakta ve bu konular işçi sınıfı hareketine
yakın aydınlar ve belirli işçi çevrelelerine de sızmaktadır. Bu nedenle
Sosyal-Demokratlara düşen kesin görev din konusundaki tutumlarını kamuya
açıklamaktır.
Sosyal Demokrasi dünya görüşünü bilimsel sosyalizm, yani
Marksizm temeline dayar. Marks ve Engels'in çeşitli kereler
tekrarladıkları gibi Marksizmin felsefi temeli, Fransa'daki 18. Yüzyıl
maddeciliğinin ve Almanyada'ki Feuerbach (19. Yüzyılın ilk yarısı)
maddeciliğinin tarihsel geleneklerini benimsemiş olan, tamamen ateist ve
dine karşı tavırdaki diyalektik maddeciliktir. Unutmayalım ki, Marks'ın
taslak halindeyken okuduğu Engels'in Anti-Dühring'inin tamamı, maddeci
ve ateist olan Dühring'i tutarlı bir maddeci olmamak ve din ile din
felsefesine açık kapı bırakmakla suçlar. Yine unutmayalım ki, Engels,
Ludwig Feuerbach ile ilgili yapıtında, dini ortadan kaldırmak için değil
de, yeniden canlandırmak, yeni, "yüceltilmiş" bir din kurmak için savaş
açtı diye Feuerbach'a çatar. Din halkı uyutmak için kullanılan
afyondur. (Marks,
Hegel'in Sağ Felsefesinin Eleştirisine Katkı,
Giriş) Marks'ın bu sözü din konusundaki Marksist görüşün temel taşıdır.
Marksizm bütün modern dinleri, kiliseleri ve her türlü dinsel örgütü,
işçi sınıfının sömürülmesini ve ezilmesini savunmaya hizmet edecek birer
burjuva gericiliğinin aracı olarak görür.
Engels aynı zamanda, Sosyal Demokratlardan "daha sol" ya da
"daha devrimci" olmak isteyenlerin dine savaş açarcasına işçi partisinin
programına ateist olduklarının konulması yolundaki çabalarını da sık
sık suçlamıştır. Engels 1874'de Londra'da sürgünde yaşayan Blanquist
geçici Komünarların ünlü manifestosundan söz ederken, onların dine savaş
açmalarını budalalık olarak nitelemiş ve böylesi bir savaş açmanın dine
karşı yeniden ilgi duyulmasını sağlamak ve dinin gerçekten ortadan
kalkmasını engellemek için en iyi yol olduğunu belirtmiştir. Engels,
Blanquistleri ezilen kitleleri din boyunduruğundan ancak emekçi
kitlelerin mücadelesinin kurtaracağını, proletaryayı en yaygın biçimde
bilinçli ve devrimci uygulamaya sokarak kurtaracağını kavramamakla
suçlamış ve dine savaş açılmasını işçi partisinin siyasal görevi olarak
yorumlamanın anarşist safsatadan başka birşey olmayacağını
belirlemiştir. 1877'de Anti-Dühring'inde de, düşünür Dühring'in
ülkücülük ve dine karşı verdiği en ufak ödünlere karşı çıkan Engels,
Dühring'in sosyalist toplumda dinin yasaklanması yolundaki sözde
devrimci görüşünü de yerer.
Engels dine karşı böylesi savaş açmanın "Bismarck'ı geride
bırakacak ölçüde Bismarck'cılık" yani Bismarck'ın dine (ünlü Kültür
Savaşı-Kulturkampf, 1870'lerde Alman Katolik Partisine, "Merkez" partiye
karşı polis kovuşturmasıyla) karşı giriştiği mücadeleyi boşuna
tekrarlamaktan başka bir şey olmadığını tekrarlamıştır. Bismarck bu
mücadeleyle katoliklerin militan dinciliğini uyarmaktan ve gerçek kültür
çalışmalarını zedelemekten öte bir yarar sağlamamıştır. Çünkü, siyasal
bölünmelerden çok dinsel bölünmelere önem vermiş, işçi sınıfının ve
öteki demokratik unsurların dikkatini sınıfsal ve devrimci mücadelenin
ivedi görevlerinden çekerek, en yapay, en düzmece burjuva din
karşıtlığına yöneltmiştir.
Engels, sözüm ona ultra-devrimci Dühring'i Bismarck'ın
saçmalığını bir başka biçimde tekrarlamak istediği için suçlarken, işçi
partinin proletaryayı örgütlemekte ve eğitmekte sabırlı
davranabileceğini, böylelikle dine karşı savaş açmak gibi siyasal bir
kumara girişmeksizin dinin giderek ortadan kalkmasını sağlayabileceğini
belirtmiştir. Bu görüş, örneğin Cizvitlere özgürlük verilmesini,
Almanya'ya girmelerine izin çıkarılmasını, herhangi bir dine karşı polis
yöntemleri uygulanmasına son verilmesini savunan Alman
Sosyal-Demokrasinin özünü oluşturan ögelerden biri olmuştur. Erfurt
Programındaki (1891) ünlü "Din kişisel bir sorundur" maddesi,
Sosyal-Demokratların bu siyasal taktiklerinin özetidir.
Bu taktikler artık gündelik bir olay durumuna gelmiş,
Marksizmin ters yönde saptırılmasına, oportünizm yönünde saptırılmasına
yol açmıştır. Erfurt Programındaki bu madde, biz Sosyal-Demokratlar
için, parti olarak hepimiz için din kişisel bir sorundur biçiminde
yorumlanmıştır. 1890'larda Engels bu oportünist görüşü doğrudan doğruya
karşısına almaksızın, buna polemikle değil somut verilerle karşı
çıkılması gerektiğini ileri sürmüştür. Örneğin kendisi bu karşı çıkışı,
özellikle vurguladığı bir sözle, Sosyal-Demokratların dini devlet işleri
açısından kişisel bir sorun olarak aldıklarını, herhalde kendileri
açısından, Marksizm açısından ve işçi partisi açısından soruna böyle
bakmadıklarını söyleyerek belirlemiştir.
Marks ve Engels'in din konusundaki sözlerinin görünürdeki
tarihçesi budur. Marksizme savruk yaklaşımı olanlar, düşünemeyen ve
düşünmeyecek olanlar için, bu tarihçe Marksist çelişkiler ve bocalamalar
niteliğinde, "tutarlı" ateizm ile dinin ağzına sunulan "hazır
lokmalar"ın bir karışımı, tanrıya karşı açılmış devrimci savaş ile
dindar işçilerin gözünü boyamaya yönelen korkakça bir tavır, işçileri
ürkütmekten çekinen bir tutum arasında bocalama niteliğinde bir
anlamsızlık örneğidir. Anarşist şamatacıların yazıları Marksizme bu
yönde yapılmış çeşitli saldırılarla doludur.
Oysa Marksizme ciddi olarak yaklaşabilen, Marksizmin felsefi
ilkeler ve uluslararası Sosyal-Demokrasi deneyi üzerinde düşünebilen
herkes, din konusundaki Marksist taktiklerin kesinlikle tutarlı
olduğunu, Marks ve Engels tarafından özenle düşünülmüş bulunduğunu,
birtakım cahillerin bocalama diye tanımladıkları tutumun gerçekte
diyalektik maddeciliğin mutlak ve kaçınılmaz bir sonucu olduğunu hemen
görecektir. Din konusunda Marksizmin görünüşteki "ılımlılığının" kimseyi
ürkütmemek vb. endişesinden doğduğunu düşünmek çok yanlış olur. Tam
tersine bu konuda da Marksizmin siyasal çizgisi, felsefe ilkeleriyle
sıkı sıkıya bağlantılıdır.
Marksizm maddeciliktir. Böyle olduğu için de, konusunda en
azından 18. yüzyıl Ansiklopedistlerinin maddeciliği ya da Feuerbach'ın
maddeciliği oranında kesin bir karşıtlığı vardır. Bu hiç kuşku götürmez.
Ne var ki Marks ve Engels'in diyalaktik maddeciliği, ansiklopedistlerin
ve Feuerbach'ın maddeciliğini aşar, çünkü maddeci felsefeyi tarih
alanında, toplum bilimleri alanında da uygular. Dinle savaşmalıyız- bu,
her türlü maddeciliğin ve doğal olarak Marksizmin ABC'sidir. Ancak
Marksizm, ABC'de donmuş kalmış maddecilik değildir. Marksizm daha ileri
giderek şöyle der: Dinle nasıl savaşacağımızı bilmeliyiz, bunu
yapabilmek için de inancın ve dinin kökenini kitlelere maddeci bir
biçimde açıklamalıyız. Dinle savaş, soyut ideolojik öğütler çerçevesinde
kalamaz, bu tür sınırlı öğütlere indirgenmemelidir. Dinle savaş, dinin
toplumsal kökenini ortadan kaldırmayı amaçlayan sınıf hareketinin somut
uygulamasıyla bağlanmalıdır. Din etkisini neden en çok geri kalmış şehir
proletaryası, yarı-proletarya ve köylü kitlesi üzerinde göstermektedir?
Burjuva ilerici aydınları, radikaller ve burjuva maddecileri bu soruya
"cahil oldukları için" diye cevap verirler. O zaman da "kahrolsun din,
yaşasın dinsizlik! Ateist görüşleri yaymak başlıca görevimizdir"- diye
haykırmaya başlarlar. Marksistler ise, bunun doğru olmadığını, aldatıcı
bir görüş olduğunu, dar görüşlü burjuvaların fikri olduğunu söylerler.
Bu görüş dinin kökenini yeterince açıklamaz, açıklar da, maddeci biçimde
değil, ülkücü biçimde açıklar. Modern kapitalist ülkelerde bu kökler
genellikle toplumsaldır. Bugün dinin en derine uzanan kolu, emekçi
kitlelerin toplumsal ezikliği ve hergün her saat emekçilere en
dayanılmaz acıları, savaş, deprem vb. doğal afetlerden çok daha beter
kahırları çektiren kapitalizmin karanlık güçleri karşısındaki
çaresizliğidir.
"Tanrıları korku yarattı". Sermayenin kör -halk kitleleri
tarafından önceden sezilemediği için körgücünün korkusu yani
proletaryanın küçük-esnafın yaşamının her adımında "ansızın",
"beklenmedik" ve "rastlantısal" bir yıkıntı, yok olma, yoksulluk,
fahişelik, açlıktan ölmek gibi tehlikeler yaratan gücün korkusu, modern
dinin kökenidir. Maddeciler ana-okulu düzeyinde kalmak istemiyorlarsa,
öncelikle bunu hatırdan çıkarmamalıdırlar. Kapitalist düzenin ağır işi
altında ezilen ve kapitalizmin kör, yıkıcı güçlerinin insafına bağlı
olarak yaşamını sürdüren kitleler, dinin bu kökenine karşı savaşmayı,
sermaye egemenliğinin her türlüsüne karşı birlikte, örgütlü, planlı ve
bilinçli bir savaş vermeyi kendi kendilerine öğrenmedikleri sürece,
hiçbir eğitici kitap bu kitlelerin kafasındaki din inancını çürütemez.
Bu, dine karşı olan eğitici kitapların zararlı veya gereksiz
olması mı demektir? Hayır hiç de değil. Bu demektir ki
Sosyal-Demokrasinin ateist propagandası, temel ödevine yani sömürülen
kitlelerin sömürücülere karşı sınıf mücadelesini geliştirmek ödevine
bağlanmalıdır. Diyalektik maddecilik ilkelerini, yani Marks ve Engels'in
felsefesini yeterince incelememiş olanlar bu öneriyi anlayamazlar: (ya
da en azından ilk bakışta kavrayamazlar). "Nasıl olur bu" derler.
"Binlerce yıldır süregelen kültür ve ilerlemenin bu düşmanına (dine)
karşı yürütülecek ideolojik propaganda, belirli görüşlerin öğretisi ve
verilecek mücadele, sınıf mücadelesine, yani ekonomik ve siyasal alanda
belirli amaçlara yönelik bir mücadeleye mi bağımlanacak?" derler.
Bu tür sözler, Marksist diyalektiğin kavranmamış olduğunu
kesin kanıtlayan karşı çıkışlardır. Bu tür çıkışları yapanları şaşırtan
çelişki, gerçek yaşamdaki gerçek bir çelişkidir. Yani uydurulmuş değil
de, diyalektik olan çelişkidir. Kuramsal ateizm propagandası, yani
proletaryanın belirli kesimlerindeki dinsel inancın yıkılması ile bu
kesimlerin sınıf mücadelesinin başarısı, ilerlemesi ve koşulları
oranında kesin bir ayrım yapmak demek, diyalektiğe aykırı düşünmek,
göreceli ve değişken bir sınırı kesin bir sınıra dönüştürmek, gerçek
yaşamda çözülmez biçimde bağlantılı olan birşeyi zorla birbirinden
koparmak demektir. Bir örnek verelim. Diyelim ki, belirli bir bölgede ve
belirli bir endüstri kesiminde bulunan proletarya, biri sınıf bilinci
oldukça gelişmiş ve kuşkusuz ateist olan Sosyal-Demokratlar, ikincisi
köyle ve köylülükle ilişkilerini henüz koparmamış olan, tanrıya inanan,
kiliseye giden, hatta bir Hıristiyan sendikası örgütlemekte olan yerel
papazın etkisindeki geri kalmış işçiler olmak üzere ikiye bölünmüş
olsun. Yine diyelim ki, bu bölgedeki ekonomik mücadele bir grev sonucunu
doğurmuş olsun. Bu durumda bir Marksiste düşen görev, grevin başarıya
ulaşmasını herşeyin üzerinde tutmak, bu mücadelede işçilerin ateistler
ve Hıristiyanlar olarak ikiye bölünmesine kesinlikle karşı çıkmak, bu
tür herhangi bir bölünmeye engel olmaktır. Proletaryanın geri kalmış
kesimlerini ürkütmek, seçimlerde sandalye kaybetmek vb. endişelerden
değil, modern kapitalist toplum koşullarında Hıristiyan işçilerin Sosyal
Demokrasiye ve ateizme dönmelerinde ateist propagandadan yüz kat daha
etkili olacak durumlarda ateist propaganda gereksiz ve zararlı olabilir.
Böyle bir anda ve böyle bir ortamda ateist propaganda yapmak, işçilerin
grevdeki tavırlarına göre değil de, dinsel inançlarına göre
bölünmelerini isteyen papazların ekmeğine yağ sürmek demektir. Ne olursa
olsun tanrıya savaş açılmasını isteyen bir anarşist, gerçekte papazlara
ve burjuvaziye yardım ediyor demektir (ki anarşistler uygulamada her
zaman burjuvaziye yardım ederler). Bir Marksistin materyalist olması,
yani dine karşı olması gerekir; ancak, bir diyalektik materyalistin dine
karşı mücadeleyi soyut, kuramsal, değişmez bir biçimde değil de,
uygulamada sürmekte olan ve kitleleri herşeyden iyi eğiten sınıf
mücadelesinin somut temeline dayanarak yürütmesi gereklidir. Bir
Marksist, somut durumu bir bütün olarak gözlemlemeli, anarşizm ile
oportünizm arasındaki (göreceli, değişken olan ama mutlak varolan)
sınırı ayırt edebilmelidir. Bir Marksist hiçbir zaman ne anarşistlerin
soyut, sözde kalan, gerçekte ise boş "devrimciliği"ne, ne de dinle
mücadeleye sırt çeviren, bunun görev olduğunu unutan, Tanrıya inanmayı
kabullenen, davranışlarını belirlerken sınıf mücadelesini değil de
kimseyi kırmamak incitmemek "beni sokmayan yılan bin yaşasın" kuralını
bozmamak endişesiyle davranan küçük-burjuva ya da liberal aydınların
oportünizmine aldanmamalıdır.
Sosyal Demokratların din konusundaki tutumlarıyla ilgili bütün
sorunlar bu açıdan ele alınmalıdır. Örneğin bir papazın Sosyal Demokrat
Partiye üye olup olamayacağı sorusu sık sık ortaya atılır ve bu soruya
da genellikle Avrupa Sosyal Demokrat Partilerinin deneyi kanıt
getirilerek belirsiz, kesinlikten uzak olumlu cevap verilir. Oysa
Avrupa'daki deney, sadece işçi hareketine Marksist doktrin
uygulanmasının değil, aynı zamanda Rusya'da bulunmayan özel tarihsel
koşulların (bu koşullardan daha sonra ayrıntılı olarak söz edeceğiz)
sonucu olmuştur. Bu nedenle, bu soruya kesinlikten uzak bir olumlu cevap
vermek yanlış olur. Papazların Sosyal Demokrat Partiye üye
olamayacakları da, olabilecekleri de kesinlikle söylenemez. Bir papaz
gelip de, ortak siyasal çalışmamıza katılmak ister, parti görevlerini
dürüstçe yapar ve Parti programına karşı çıkmazsa Sosyal Demokratların
safına katılması olumludur. Çünkü bu dinsel inançları arasındaki çelişki
sadece kendisini ilgilendiren bir olay, kişisel çelişkisi olacaktır.
Üstelik bir siyasal örgüt, üye alırken onların görüşleri ile kendi
programı arasında bir uzlaşmazlık olup olmadığını araştırma durumunda
değildir. Aslında böyle bir durum Rusya'da kesinlikle olanaksız olması
yanı sıra, Batı Avrupa'da bile ender görülen, olağanüstü bir olaydır.
Ama diyelim ki, bir papaz Sosyal Demokrat Partiye üye oldu da, sonra
Parti içinde din propagandası yapmaya kalkıştı, işte o zaman Parti onu
kesinlikle ihraç edecektir. Bize düşen, sadece Tanrıya inancını sürdüren
işçileri Sosyal Demokrat Partiye almak değil, özellikle bunları partiye
kaydetmeye çalışmaktır. Onların dinsel inançlarına karşı çıkmamalıyız,
ama onları kendi programımızın ruhuna uygun olarak eğitmek için,
programımıza karşı etkin bir mücadeleye yol açmamak için bu tür işçileri
saflarımıza kaydetmeliyiz. Parti içinde düşünce özgürlüğüne hak
tanırız. Ancak bu özgürlük, gruplaşma özgürlüğüyle belirlenen sınırlı
bir özgürlüktür. Yoksa Parti çoğunluğunun karşıt olduğu görüşleri
yaymaya çalışanlara el verecek değiliz.
Bir başka örnek daha alalım. Sosyal Demokrat Partinin bütün
üyeleri, hiçbir ayrım gözetmeksizin, "sosyalizm benim dinimdir"
dedikleri için ve bu söze uygun görüşleri yaymaya çalıştıkları için
eleştirilip kısıtlanmalı mıdır? Hayır! Bu durumda Marksizmden (bunun
doğal sonucu olarak sosyalizmden) bir sapma olduğu tartışma götürmez, ne
var ki bu sapmanın anlamı, göreceli önemli durumlara göre değişir.
İşçilerle konuşan birinin, sözlerini daha iyi anlatmak, konuya daha
kolay girmek, görüşlerini geri kalmış kitlelerin alışık oldukları
çerçeve içinde aktarabilmek amacıyla bu tarzda konuşması bir olaydır.
Bir yazarın "Tanrı yaratmak"tan ya da tanrı yaratan sosyalizmden
(Lunacharski ve arkadaşları örneği) sözetmsi çok daha başka bir olaydır.
Birinci örnekte herhangi bir kısıtlama, konuşmacının özgürlüğünü,
"pedagojik" yöntemlerini seçme özgürlüğünü baltalayıcı bir tutum olduğu
halde, ikinci örnekteki parti kısıtlaması gerekli bir davranış olur.
Kimileri için "sosyalizm bir dindir" sözü, dinden sosyalizme geçişin bir
biçimidir, kimileri için de sosyalizmden dine bir dönüşümdür.
Şimdi de Batı'da "din kişisel bir sorundur" savının oportünist
yorumuna yol açan koşulları ele alalım. Kuşkusuz buna yol açan koşullar
bir bütün içinde, işçi sınıfı hareketinin çıkarlarını geçici çıkarlar
adına feda etmek gibi oportünist davranışların tümüne yol açmış olan
koşullardır. Proletaryanın partisi devletin dini kişisel bir sorun
olarak belirlemesini ister, ancak halkın afyonu niteliğindeki dini,
dinsel batıl inançlara karşı savaşı "kişisel sorun" olarak görmez. Oysa
oportünistler sorunu saptırarak, Sosyal Demokrat Partinin dini kişisel
bir sorun gibi yorumladığı izlenimini uyandırmaya çalışırlar.
Din konusundaki konuşmayı tartışırken Duma'daki grubumuz
tarafından açıklığa kavuşturulmamış olan bir başka durum da, oportünist
saptırmalara ek olarak, Avrupa Sosyal Demokratlarının din konusundaki
bugünkü aşırı kayıtsızlıklarına yol açan özel tarihsel koşulların da
varlığıdır. Bu koşullar iki yönlüdür. Birincisi, dinle savaşmak görevi,
tarihsel açıdan devrimci burjuvazinin görevidir ve Batıda burjuva
demokrasisi, feodalizme ve orta çağ düzenine karşı giriştiği kendi
devrimleri döneminde bu görevi büyük ölçüde yerine getirmiş (ya da
engellemiştir). Gerek Fransa'da, gerek Almanya'da burjuvazinin dinle
savaşma geleneği vardır ve bu sosyalizmden (Ansiklopedistlerden ve
Feuerbach'tan) çok önce başlamıştır. Rusya'da ise, burjuva demokratik
devrimimizin kendine özgü koşulları nedeniyle, bu görev de hemen hemen
tümüyle işçi sınıfının omuzlarına yüklenmiştir. Ülkemizdeki
küçük-burjuva demokrasisi (Narodnikler) bu konuda (Vekhi'de yazan Kara
Yüz Kadetler veya Kadet Kara Yüzler'in sandığı gibi) gereğinden
fazlasını değil, Avrupa'da yapılmış olanla karşılaştırıldığında
yeterinden çok daha azını yapmıştır.
Öte yandan, burjuvazinin dinle savaşma geleneği, Avrupa'da bu
savaşın anarşistler (burjuvaziye şiddetle saldırmalarına karşın, aslında
burjuva dünya görüşünün yanında yer aldıkları, Marksistler tarafından
defalarca belirtilen anarşistler) tarafından saptırılmasına yol
açmıştır. 1880'lerde Latin ülkelerinde anarşistler ve Blanqusitler,
Almanya'da (Dühring'in öğrencisi olan) Most ve onu izleyenler,
Avusturya'da anarşistler, dine karşı savaşta devrimci söylevleri
aşırılığa götürmüşlerdir. Şimdi ise Avrupalı Sosyal Demokratların,
anarşistlerle karşılaştırıldıklarında, işi öteki uca çekmelerine
şaşmamak gerekir. Bunun nedeni anlaşılabilir ve belirli ölçüde hoş
görülebilir. Fakat Rusya'daki Sosyal Demokratların Batının kendine özgü
tarihsel koşullarını akıldan çıkarmaları doğru olmaz.
İki yönlü olduğunu belirttiğimiz koşulların ikinci yönü de
şudur: Batıda, ulusal burjuva devrimleri sona erdikten sonra, az çok
dinsel özgürlük sağlandıktan sonra, dine karşı demokratik savaş yürütme
sorunu, burjuva demokrasisinin sosyalizmle mücadelesi sırasında öylesine
geri plana itilmiştir ki, burjuva hükümetleri kasıtlı olarak dine karşı
sözüm ona liberal bir "saldırı" örgütleyerek kitlelerin dikkatini
sosyalizmden uzağa çekmeye çalışmışlardır. Almanya'daki Kulturkampf'ın
ve Fransa'da burjuva cumhuriyetçilerin dine karşı mücadelesi bu tür
olaylardır. Burjuvazinin, işçi sınıfı kitlelerinin dikkatini
sosyalizmden uzaklaştırmak amacıyla dine karşı giriştiği mücadele, bugün
Batılı Sosyal Demokratların din savaşına "kayıtsız" duruma gelmelerine
yol açmıştır. Bu da kolayca açıklanır ve anlaşılır bir olaydır, çünkü
Sosyal Demokratlar burjuva din karşıtlığı ile Bismarck'cı tutumun
karşısında din savaşını sosyalizm mücadelesine bağımlı kılmak zorunda
kalmışlardır.
Rusya'da ise koşullar oldukça başkadır. Proletarya bizim
burjuva demokratik devrimimizin öncüsüdür. Bu nedenle, orta çağın tüm
kalıntılarına ve bu arada eski resmi dine ve bunu canlandırma, yeniden
biçimlendirme yolundaki tüm girişimlere karşı yürütülecek mücadeledeki
ideolojik öncü de proletaryanın partisi olmalıdır. Bu yüzden, Engels
dinin kişisel bir sorun olduğunu devletin belirlemesi yerine, Sosyal
Demokratların ve partilerinin bu beyanda bulunmalarındaki oportünizme
çatarken oldukça ılımlı olmasına karşın, bu sapmanın Rus oportünistleri
tarafından ithaline yüz kat daha sert karşı çıkardı.
Duma grubumuz, Duma kürsüsünden dinin halkın afyonu olduğunu
açıklamak ve böylelikle Rus Sosyal Demokratlarının din konusundaki bütün
sözlerine temel sağlamakla doğru davrandılar. İşi daha ileri götürüp,
ateizm tartışmasının ayrıntılarına inmeleri gerekir miydi? Gerektiği
kanısında değiliz. Böyle bir tutum, proletaryanın partisini din
mücadelesini abartıyor durumuna düşürebilir, din konusunda burjuvazinin
mücadelesi ile sosyalist mücadele arasındaki ayrımı gözden silebilirdi.
Kara Yüz Dumasındaki Sosyal Demokrat grubun ilk görevi başarıyla yerine
getirilmiştir.
Sosyal Demokratların ikinci ve belki de onlar için en önemli
görevi, yani kilisenin ve din adamlarının işçi sınıfına karşı açılan
savaşta Kara Yüz hükümetini ve burjuvaziyi destekleyerek aldıkları
sınıfsal tavrı kitlelere açıklamak görevi de başarıyla
gerçekleştirilmiştir. Kuşkusuz bu konuda daha pek çok şey söylenebilir.
Sosyal Demokratlar da bundan sonraki konuşmalarında yoldaş Surkov'un
dediklerini nasıl geliştireceklerini de bileceklerdir. Surkov' un
konuşması şimdiki haliyle de kusursuzdur ve bu konuşmayı bütün parti
örgütlerinin yayması Partimizin kesin görevidir.
Üçüncü görev, Alman oportünistlerinin sık sık saptırdıkları
"din kişisel bir sorundur" önerisinin doğru anlamını ayrıntılarıyla
açıklamaktı. Ne yazık ki, Yoldaş Surkov bunu yapmadı. Bu konuda Duma
grubumuzun daha önceki çalışmalarında yoldaş Belousov tarafından bir
yanlış yapılmış ve bu yanlış o zaman Proletarya'da yansıtılmış olduğu
için yoldaş Surkov'un bu konuya değinmemiş olması üzücüdür. Duma
grubundaki konuşmalar göstermektedir ki, ateizm tartışması, dinin
kişisel sorun olması isteğinin doğru yorumlanması zorunluluğunu ortaya
çıkarmıştır. Bütün Duma grubunun yanlışı için sadece yoldaş Surkov'u
suçlayacak değiliz. Üstelik, bu noktada sorunu yeterince açıklığa
kavuşturmadığımız ve Alman oportünistleri karşısında Engels'in tutumunu
Sosyal Demokratlara yeterince anlatamadığımız için bütün Partinin suçlu
olduğunu da itiraf etmek zorundayız. Duma grubunda tartışma
göstermektedir ki, bu sorun üzerinde Marks'ın öğretilerini hiçe saymak
gibi bir tutum değil, tamamen bir yanlış anlama söz konusudur ve bu
yanlışın grubun bundan sonraki konuşmalarında düzeltileceğine
inanıyoruz.
Yoldaş Surkov'un konuşmasının bütünüyle kusursuz olduğunu ve
bütün örgütler tarafından yayılması gerektiğini bir kere daha
tekrarlıyoruz. Duma gurubu bu konuşmayı tartışırken Sosyal Demokrat
olarak görevini yerine getirdiğini göstermiştir. Grupla Partiyi daha
yakınlaştırmak, grubun zor koşullarda çalışmalarını Partiye aktarmak ve
Parti ile Duma grubunun çalışmaları arasında ideolojik bütünlük sağlamak
amacıyla, Duma grubundaki tartışmaların parti yayın organlarına daha
çok yansıtılması dileğimizdir.
Lenin
Proletarya, Sayı: 45
13 (28) Mayıs 1909